Emsallerine faiktir

Aralık 31, 2009

Yeni Yıl Yazısı


Kaç gündür dolanıyorum ortalıkta, ulan milleti bir heyecan sarmış yine. Parfüm isimlerinin sonda sikindirik bir telaffuzla okunduğu sıska oğlan ve kız reklamları, süpermarketlerin orta yerine kocaman büyük sepetlere saçılmış, bazıları paraşüt boyutlarında kırmızı donlar çıktı ortaya (belli ki, üç beş arkadaş birleşip aynı anda giyiyorlar onu). Gazete, televizyon, blog ahkam kesicileri hepbir olmuş “geride bırakmakta olduğumuz yıl” muhasebeciliğine soyunmuş beyanname dolduruyor. Ne çok sevilen bir tema şu yıl muhasebesi. Ama ne yazık ki, yılda bir kere yapılabiliyor. Bitip tükenmez, içi bir türlü doldurulamayan bir muamma, gücünü hangi sikten aldığını anlamadığım, ama hakkaten çalışan bir perpetuum mobile.

Televizyondaki uzmanların en malumatbazı geçen gün herifin birinin önümüzdeki yıla yönelik astrolojik tahminlerini dinletiyordu bizlere. Aslında tahmin falan değil onlar. Düpedüz çözmüş, bu küçük gözleri birbirine yakın, hafif dişlek zat işi. Tak…tak…tak saydı bize geleceği. Nedense ben daha çok adamın geçmişi ile ilgilendim. Yavşaklığın üzerlerine ısmarlama takım elbise gibi oturduğu sayısız radyo canlısı “2009’un sizinçin en önemli, komik olaylarınıııı, kısa mesajla…” programları yapıyor bıkmadan usanmadan. Bunlardan birinde plastik damacanaya tecavüz ederken yakalanan bir zavallıdan bahsetti “ıınhhuahhhahha huaua” diye uluyan arkaplan gülmeleri eşliğinde.

Bu iç bunaltan tekrarlara bir de merak ögesi ekleniyor her yıl. Milli Piyango’nun ennnn ikramiyesinin kendisine çıkması durumunda yurttaşların ne yapacağı! “Bana ne senin o çıkmamış para ile ilgili planlarından. Anlaşın aranızda soranla beraber, münavebe ile sokun mikrofonu götünüze diyesim var çok miktarda. Ne yazık ki, televizyon ve radyo tek taraflı iletişim için tasarlanmış cihazlar. Soru sorulan zaten nasıl çaresiz bir mal olmalı ki ki; piyango bileti kuyruğunda bekliyor, beklediği yetmiyormuş gibi, anlatıyor da neler yapacağını.

Yeni yıl muhasebecilerinden güzide bir güruh da, sonuna dek okuyabilecek sinir sağlamlığı olanlarla yılı nasıl geçirdiklerini paylaşmaya hevesli internettegünlüktutucular. “Ocak ayında Şükrü’ye verdim. Sonra martta İhsan’a yalattım ama vermedim. Puştun teki çıktı. Temmuzda Hulusi ile Palandöken’e kaymaya gittik, bi mal var allahsiziinandırsın. Yıl sonu aritmetiği: elde kaldı üçün biri, eh bu da yeter” ciler.

Mülki amir alınacak tedbirlerden söz ediyordu sabah. Bilmem kaç bin üniformalı polisin yanı sıra insan kılığında olanları da bulunacakmış ortalıkta. Yanından ekşi bir ter kokusu ile geçip giden esmer ve ama beyaz sakalı dizlerine kadar Noel baba, hapçı otopark değnekçisi, Taksim Meydanındaki kalabalıkta götü avuçlanabilir turist falan… Onlar hep kolluk kuvvetlerinin temsilcileri olabilir. Yüreklere su serpen bi durum bu.
Ne Haliniz Varsa Görün!

Edited by Miki
Fotograf : BvP

Aralık 27, 2009

Eski Çağ Kentlerini Gezmek İçin Bir Rehber

Yirmi küsur yıldır, normalin üzerinde turistik bir merakla  Batı Anadolu’daki “harabeler”i dolaşmak yazılmış alnımıza. Bu gezilerin çoğunda da, “ulan benim gibi merak edip te, nereden başlayacağını bilemeyen ihvanlar var’mola?” diye düşünürüm. İşte size benim kadar hıyarsanız yararlı olabilecek bazı öneriler. Dediğim gibi, bu öneriler konuya ciddi olarak ilgi duyan insan evlatları için.

- Gezeceğiniz yerin tarihsel coğrafyasını öğrenin! Son derece banal görünse de, anlam içeren bir öneri. Çoğu en az iki bin yıldır var olan bu yerleşim alanları konusunda gerçekten bilinenlerin ne kadar az olduğunu da göz önünde bulundurursanız, öyle çok da ağır bir iş değil. Bugün yazılanların çoğu Strabon’un yazdıklarının tekrarı. Adamcağız her kentle ilgili bilinmesi gerekenleri kısaca - ama, doğru ve yeterli - anlatıyor. Cennet yurdumuzu 17. ve 18. yüzyıllarda ziyaret eden Avrupalıların yazdıklarını da yabana atmayın. Özellikle Batı Anadolu’da akarsu havzalarındaki yerleşimlerin çoğu, geçen çok uzun süre içerisinde ciddi topografik değişikliklere uğrarlar. Bugün Ephesos, Klaros ve Milet’te bu durum çok belirgindir. Örneğin Milet’i gezerken, bir zamanlar kıyılarında önemli bir deniz savaşının olduğu Lade Adası’nın ilerideki alçak, sevimsiz tepe olduğunu bilmek, limanların yerlerini sezmek, kentin boyutlarını kavramanıza, denizle ilişkisini ve bir zamanlar neden bu kadar zenginleşip, önem kazandığını anlamanıza yardımcı olacaktır. Mal gibi oraya buraya koşturarak neyin ne olduğunu anlamak - tabii umurunuzda ise - pek olası değil.

- Neyi görmek istiyorsunuz? Dolaştığınız yerlerde, duvar dokusu, plan ve bezemeleri birbirinden epey farklı yapı kalıntılarına rastlarsınız. Kaba bir hesapla on beş on altı yüzyıl boyunca inşaat yapılmış bu alanlarda yapılar çoğunlukla birbirlerinin üzerine inşa edilir. Klasik dönemde yapılmış bir tapınağı Romalılar arkadan da bir giriş açıp, ortadan ikiye bölerek kullanmış, daha sonra Bizanslılar abuk sabuk başka eklentiler ve kötü, ucuz tuğla ile (nedense, bana çok itici ve süfli gelir o tuğla duvar yığınları. Acıklı bir fakirlik sezilir.) duman etmişlerdir güzelim yapıyı. Bu gün önemli ve popüler kentlerde gördüğünüz ayakta kalmış büyük, görkemli yapıların büyük çoğunluğu Roma döneminden kalmadır. Örneğin Ephesos’da adını çok duyduğunuz, malı taa İ.Ö. 6. yüzyılda götürmüş görkemli Artemis tapınağından kalanlar pis bir hayal kırıklığıdır. Ama Asia eyaletinin başkenti, Roma valisinin sürekli ikametgahı Ephesos’dan görebilecekleriniz ise… Eh, Roma şeyine merakınız varsa, fena değildir. Gerçekten az çok olduğu gibi kalmış, dokunulup orası burası kurcalanmamış bir Helen yerleşimi arıyorsan, çok ararsın hemşerim, çoook. Ama, mesela Priene bu tarz bir kent. Neyi görmek istiyorsunuz? Diye sorarken bilmem anlatabildim mi?

- Temel kavramlardan haberdar olun. Hadi daha basit söyleyeyim: Bir Arkeoloji sözlüğü edinin demek istiyorum. Eğer bu işle ciddi olarak ilgilenecekseniz, elinizin altında bulunması gerekli bir avadanlık. Basit kronoloji, temel yapı öğeleri vs. hakkında bilgiler her zaman lazım olacak. Bir tiyatronun bölümleri neler? Yerde gördüğüm şu üzerine yapraklar işlenmiş prizmatik taşlar yapının neresinden düşmüş. Stylobattan her yöne görüşme yapılabiliyor mu?

- Donanımlı Olun/Akıllı Olun/ Kaydedin. İnsan evladı olma hasebiyle donanımlı olmak zaten boynumuzun borcuysa da, burada daha hususi bir şeyden söz ediyoruz. Gezinize başlamadan önce yapılacak ev ödevinden bahsetmiştim. Biraz daha bahsedeceğim (ad nauseam). Görülecek, görmeyi istediğiniz malı ve özelliklerini belirleyip bir deftere not alın. Pahalı, büyük kitapları oralarda dolaştırmak havalı olsa da, sürekli rüzgar, koyacak yer olmaması, terli, pis ellerle mıncıklamak pek akıllıca bir iş değil. Bu not defterine gördüklerinizi, ilginizi çeken yerleri noktaları not alın… Önünden geçip gitmeyin. Fotoğrafını çekmenin, ölçmenin, yönünü tespit etmenin tüm bunların, eve döndüğünüz zaman ne kadar işe yarayacağını göreceksiniz. Bir süre sonra elinizde bir arşiv oluşur ve bu birikim ile karşılaştırmalar yapmak, yeni şeyler öğrenmek her zaman mümkündür.

- Bir “Müze Kart” edinin. Ver yirmi kaadı, arslanlar gibi göğsünü gere gere orada burada istediğin kadar sürt. Türkiye Cumhuriyeti Hükümetlerinin arkeoloji meraklısı vatandaşlarını söğüşlemeye tenezzül etmediğinin kredi kartı boyutlarındaki kanıtı. Al, koy cüzdanına bir tane.

- Yanınızda su ve şapka bulundurun. Sağlam ayakkabılarla yola koyulun. Al sana salakça bir öneri daha! Dolaşacağınız yerlerin çoğu, uzun bir yürüyüş için oldukça yorucu, çorak ve konforsuzdur. Kültür Bakanı da, sizin için etraftaki yabani otları biçtirmek, küçük şık büfeler, soğuk su sebilleri koydurmakla uğraşamayacak kadar meşgul bir şahıstır (hoş bunların çoğu müzelerde bulunmaz ya, ama en azından tuvaletten suyunuzu içebilirsiniz). O yüzden, güneşten korunacak bir cihaz ve içecek su bulundurmak basit ama işe yarayan bir önlemdir.
Bu yörelerin çoğunda kazılar uzuun yıllar önce bitirilmiş, ortalık bok gibi bırakılmıştır. Kimse ilerde oralarda sekeceğinizi düşünmez. Derin açmalar, sondaj çukurları, bazen hiç açılmamış, ne olduğu paslı bir tabela ile anlatılan taş yığınları, zaman zaman keçilerin sıçmasından alanı korumak için muhtemelen 1950’lerde oraya konmuş dikenli teller… Öyle parmak arası terliklerle falan zebun olursunuz. Sağlam bir lastik ayakkabı, daha iyisi; bot giyip bana hayır duası edin. Dikkat: Bu öneride kantarın topuzu kaçmaya müsaittir. Duruma uygun giyineceğim diye, abuk sabuk televizyon programlarındaki gibi, elde deri kaplı defter, soytarı şapkası, yelek, vs ile mücehhez, gülünç bir İndiyana Cons kopyasına dönüşme tehlikesinin her daim var olduğunu da unutmayın!

- Yönleri öğrenin. Basit, ama yararlı bir öneri. Özellikle doğu ve batı, dini nitelikli yapıları kavrayabilmek için önemlidir. Genel kural olarak; engelleyici, zorlayıcı bir neden yoksa, Tapınak girişi batı yönünde olup, Cella’da oturan beyefendi veya hamfendinin (tanrı veya tanrıça da denir) kıçı doğuya yöneliktir. Ayrıca, bu kentleri inşa edenler hiçbir şeyi nedensiz yapmadıklarını; yapı gruplarının denize, akarsulara ve diğer doğa şekillerine göre belirlenmiş olduğunu, rüzgar yönlerinin, güneşin konumunun onlar için çok önemli olduğunu – ne salaklar değil mi? - düşünürseniz, bu konuya da eğilmekte yarar var.

- Malınızı tanıyın! Manken ve şarkıcılar nasıl temel iştigal konuları olan kereste hakkında sonsuz bilgiye sahipseler, sizin de temel yapı malzemesi olan taş hakkında bir şeyler bilmeniz gerekir. Tüm bu yapıların ana malzemesi ve görebileceğiniz yegane kalıt taşdır işte...Bu kadar basit. Temel özellikleri, doğası ve çeşitleri hakkında bilginizi arttırın.

- Son Öneri: Müze ve ören yeri bekçilerine delikanlı olun. Müzeleri, kuş uçmaz kervan geçmez yerlerdeki paha biçilmez ören yerlerini bekleyen bu insanlar kentli züppeliğinizle algıladığınızdan daha civanmert, akıllı ve iyi insanlardır. Genellikle ören yeri yakınlarındaki kasaba ve köylerde otururlar ve genellikle, yaptıkları işi severek yaparlar. Onlara iyi davranmak, saygı duymak borcunuz olduğu kadar yararınıza da olabilecek bir davranıştır. Bazen kapalı olan bir salonu açarlar. Bazen, arkasının nasıl olduğunu merak ettiğiniz bir steli sizin için çevirirler. Mesela, Milet’te liman yakınlarındaki hamamın içinde, duvarlara çizili o inanılmaz gemi resimlerini onların izni olmadan görmeniz pek olası değildir. Bindokuzyüzseksenlerde Bodrum Müzesi’nde çalışırken dost olduğum (hiç unutmam, Harika Avcı’nın Pleymen’e kapak olduğu yaz), Jawa motosikletiyle ufak koylara balık avlamaya gittiğimiz, beni bayramlarda evlerine yemeğe davet eden müze bekçileri halen ve ilelebet kankalarımdır.



Saygılar Sunarım,

Edited By Miki,
Turist bir teyze tarafından çekilen ayak fotografları dışında tümü BvP

Aralık 20, 2009

Köpekleşiniz!


Hayvanları severim. Kollarının incecik uçlarıyla bir şeyleri kavrayan güzel gözlü zarif ahtapotları (hayatınızda hiç canlı bir ahtapot gözlerini dikip size bakmamışsa... Eh, o sizin hıyarlığınız), evimizin önündeki ev yıkıntısının girintilerinde cıvıldayıp, hoplayarak koşuşturan yuvarlak kafalı, parlak tüylü ve çok zeki kargaları, sıcak bir günde beton dökülmüş bir rampadan inatla yukarı çıkmaya çalışan küçücük yılanı, minik kurbağaları. Tüm bu canlılardaki zarafeti, güzelliği görmek bana iyi gelir. Onların üçgeli bir telefonla bilmemne sike bağlanmak, budalaca kendi fotoğraflarını çekmek yerine, üzerine işemek veya gagalamakta vücut bulan, gelişkin mizah duygularını da severim.

Bir de sokak köpekleri var. Hani şu, tatlı kahverengi kısa tüylü, ağız ve burunları siyah, kocaman gözleriyle hep kırgın bakanlar. Her yerde bulunur onlardan. Kasaba giriş çıkışlarında deli gibi arabanızın yanından koşup, tekerlekleri dişlemeye çalışanları da mevcuttur. Genellikle sağanak yağmur altında sırılsıklam dolaşacak kadar ahmak, evde beslenen hemcinsleri gibi gözünüzün içine baka baka sokağın ortasına sıçmayacak kadar da akıllıdırlar.

Her gördüğüm yerde onlara bir selam sarkıtmak hoş olur. Asansörde karşılaştığın komşun “günaydın” deyince yüzüne boş boş bakar da, hiçbir “köpek” selamını karşılıksız bırakmaz. En ufak sevgi kırıntısına gösterilen bu içten sevince, ne yapılacağı bilinmez halli çoşkuya “köpekleşmek” der ya insanoğlu, içi cız ettiresi bir orospu evlatlığıdır ortaya konan. Başka bi bok değil.
...
Geçen kış Büyükada’da, yukarılara doğru eş dost, çoluk çombalak yapılan bir yürüyüşte (nedense böyle yerlere gidilince hep bir gezip dolaşma, yeşillikteki mucizeyi arama, bünyeye bulama isteği belirir. Aslında anlamsız bir yorgunluktur. Otur iç biranı işte,  niye kalkıp dolaşırsın?) iki tane sağlam arkadaşa denk geldim. Biraz hırpani ve hırt görünüşlü ama yürekleri gül bahçesi bu beyler – ki, isimleri muhtemelen “Hayri” ve “Battalboy” olabilirdi - hoşbeşten sonra bizimle birlikte bu anlamsız yürüyüşe katılma alicenaplığını gösterdiler. Biri önde diğeri arkada, biz dangalak insan evlatlarına sahip olarak epey yürüdük. İyice yorulup, yeşil mucizenin bizlerde bisike yaramadığı anlaşılmaya yakın, kısa yoldan binalara, at idrarı ve faytoncu teri kokan yollara ve sakızlı un kurabiyesi pastanesine kavuşma isteği belirdi çoğumuzda. Millet yoldan ayrılıp çam ağaçlarının iğneli yaprakları ile iyice kayganlaşan dik patikalarında maymunluk ederken benim dostlar Hayri ve Battalboy çatallaşarak ikiye ayrılan yolun, gerçekte bizi çabucak ve yorulmadan aşağıya indirecek bölümünde bekliyorlardı. Yemin ediyorum, önerilerini dikkate almayıp bildikleri yoldan gitmeye kalkan ve madara olanlara yönelik; “olm var ya, mal lan bunnar” alt yazısı geçti o gözlerden…
...
Bu yaz sonunda yolumuz İç Ege, Denizli Menizli derken, Pamukkale’ye düştü. Pamukkale dediğin yer maskaralığın kitabını yazmış ya, haydi Hierapolis’in yüzü suyu hörmetine görmezden gelip yokmuş gibi yaptım (“Artemis Restorant” önlerinde, kerane çığırtkanı tavırlı heriflere katlanamıyorum artık). Yukarıdaki kaynaklardan her yıl gittikçe azalarak akan su aşağılarda bir yerde güzel ve berrak bir doğal havuz oluşturuyor. Ördek ve kazların yüzdüğü bu sakin suyun kıyısında dinlenirken karşılaştım onunla. Sokak köpeklerinin kendilerini seven, adam yerine koyanları arayıp bulmada inanılmaz bir yetenekleri var. Bu parlak kısa tüylü, tertemiz delikanlı, gelip neşeyle önüme oturdu. Faruk’muş adı. Güzel kafasını okşayıp, bir yandan dinginleşen havanın, batan güneşin ve hiçbir karşılık beklemeden bana sunulan bu dostluğun tadını çıkardım. Hava iyiden iyiye kararmaya yüz tutunca kalktık. Bizle kalktı tabii, arabaya gidip, arka koltuğa bir şeyler koymak için kapıyı açtım. Arka koltuğa geçip oturmak için (“it oturumu” denir. Bildiniz mi?) belli belirsiz bir hamle yaptı! Yüreğim bombok oldu ossat.. Götüremezdik ki onu, gitmeyi düşündüğümüz yerlere. Dostuna bu kadar güvenip, onunla birlikte neresi olursa gitmeye anında karar veren arkadaşıma bakıp, birine hakaret için “köpekleşme!” demişlere/halen diyenlere/ilerde diyebilecek olanlara ana avrat sövdüm.



Köpekleşmeniz dileklerimle,



Edited By Miki,



1. Fotograf: Soldan sağa, Battalboy, BvP, Hayri. Nisan 2009, Büyükada
2. Fotograf: Soldan sağa, Pamukkale’li Faruk, Bvp. Eylül 2009, Pamukkale,

Aralık 10, 2009

The First and the Last


Alman Hava Kuvvetleri (Luftwaffe) Generali Adolf Galland, kurgu kahramanlar gibi İspanya İç Savaşı ve tüm ikinci Dünya Savaşı süresince, 1939 eylülünden 1945 mayısına dek Alman Hava Kuvvetleri'nin her kademesinde görev yapmış, çok önemli olaylara tanıklık etmiş bir subay. Uçağının kokpitine elektrikli sigara çakmağı koyduran, ağzında yanar puro ile savaş uçuş görevine çıkan Galland ancak çizgi romanlarda veya Hollywood filmlerinde rastlanacak maceralarla dolu bir beş yıl geçirdikten sonra, savaşı sağ olarak bitirip, 1953’de anılarını yazmış. Almanca'dan Mervyin Savill tarafından yapılmış İngilizce çeviriye Douglas Bader[1] tarafından bir önsöz eklenmiş. (Fotograftaki Miki amblemine dikkat!)


Fransa üzerinde düşürülen ünlü İngiliz av pilotu Douglas Bader’in Galland tarafından filo üssünde misafir edilerek, Me109 av uçağını incelemesine izin verilmesi ve uçağa biraz yakıt konularak, pist üzerinde bir kaç tur atma teklifi ! oldukça eğlenceli bir dille anlatılmış. Bader’in ihtiyaç duyduğu takma bacakların geçici bir ateşkes ile, Kraliyet Hava Kuvvetlerine ait bir bombardıman uçağı tarafından üsse atılmasını sağlayan Galland bu hengamede üslerinin bombalanışından duyduğu hayal kırıklığını da saklamıyor.

Önsöz, bu olayı tekrar gündeme getirmesi ve İngiliz bakışının ötesinde bence daha büyük önem taşıyor. Bader; Savaştan 10 yıl sonra, Nürnberg duruşmaları ile ilgili anıların hala oldukça tazeyken, “Tepenin diğer tarafındaki” [2] önemli oyuncuların gerçekleri örtbas etmeksizin, propaganda amacından uzak, yapılanları anlatmasının savaşı kazanan ulusların gerçeği tümüyle görebilmesin açısından önemini vurguluyor. Galland bunu sağlayanlardan biri olarak, daha sonraki yıllarda da uluslararası önem ve saygınlıkta biri olmaya devam etti.

Kitapta anlatılan, yayınlandığı yıllar da belki çeşitli kaynaklardan teyit edilemediği için şüpheyle karşılanan olaylar, günümüzde İkinci Dünya Savaşı dönemi Alman Hava Kuvvetleri tarihiyle ilgilenenlerin genel bilgilerinin temelini oluşturmakta.

İngiltere Savaşı sırasında Almanya içlerine çekilen filosu ile dinlendiği dönemde, çağrılı olduğu doğum gününe birer kasa şampanya ve istakoz götürdüğü sırada hava savaşına tutuşup üç İngiliz Spitfire’ı düşürüşü ve gideceği alana gövde üstü iniş sırasına “amman, bizim istakozlara bir şey oldu sakın ?” Türü inanılmaz olayları da anlattığı toplam 36 bölümdeki anılar inanılır gibi değil, ama gerçek işte… Yalan mı söylüyor herif yani ? Uçuş eğitimi sırasında geçirdiği bir kaza sonucu hastanede 3 ay geçiren Galland hastaneyi kırık bir burun ve sol gözünün korneasında kalan cam kırıklarının sebep olduğu ciddi bir görme bozukluğu ile terk ediyor. Bürokrasi ormanında kaybedilen “uçuşa uygun değildir” raporu, yaklaşık bir yıl sonra geçirdiği 2. bir kaza ile tekrar ortaya çıkıyor! Görme testlerini ezberleyerek, doktorları atlatan Galland tekrar pilotluğa dönüyor.

İspanya İç savaşı ve bu savaşta tanıştığı Werner Mölders[3] , Polonya’ya saldırı ve mayıs 1940 da kazandığı ilk hava zaferi, kitabın ilk bölümlerinden.

İngiltere Savaşını incelediği bölüm, sonraki yıllarda konu ile ilgili çalışma yapanların temel aldığı bir metin. Bu savaşın kaybediliş nedenlerini son derece yavaş ve savunma silahlarından yoksun Ju-87'nin yanlış kullanımı, büyük umutlar bağlanan Me-110 çift motorlu av uçağının teknik yetersizliği ve kendilerinden oldukça yavaş bombardıman uçaklarını korumak uğruna avcı uçaklarının hareket serbestliğinin kısıtlanışı, gibi teknik ve taktik hatalara bağlıyor. Bu gün de konu ile ilgili hemen hemen herkesin fikri bu doğrultudadır. Bu bölümde dikkatimi çeken nokta, belki de bu kararların alınışında anahtar konumda olanların hala hayatta oluşu nedeniyle, eleştirilerin oldukça yumuşak tutulmuş olması.. Bir kaç yerde, yanlış anlaşılmak istemediği, kimseyi suçlamak niyetinde olmadığını da vurguluyor…Bugün bu konudaki eleştiriler daha net ve sert olarak yapılmaktadır.

Korkutucu bir stratejik hata olarak gördüğü, Sovyetlere açılan savaş ile ilgili ayrı bir bölümde yakın arkadaşı Werner Molders’in bu savaşı heyecanla onaylayışını ve Doğu Cephesindeki savaş şartlarını anlatıyor.

Kitapta ayrıca Alman Savaş gemileri Gneisenau ve Scharnhorst’un İngiliz Kanalını geçişi, İngiltereye kaçan Nasyonal Sosyalist Partisi’nin güçlü adamı Rudolf Hess’in uçağını düşürme çabaları gibi konulara da yer verilmiş.


Kitabın yarıya yakın bölümü doğal olarak, değişen savaş şartları neticesinde Almanya’nın saldıran taraf olma özelliğini kaybedip, savunmaya geçişi ile ilgili; İngiliz Hava Kuvvetleri ile gece savaşı, Amerikan Hava Kuvvetlerinin endüstri üretimi merkezlerini hedef alan gündüz bombardımanları ve Alman Hava Kuvvelerinin bu akınları durdurma konusundaki umutsuz çabaları insanın içini burkan bir şekilde anlatılmış. Alman Hava Kuvvetlerinin avcı biriminden sorumlu kişilerin başında gelen Galland, kendi hataları olsa da, Almanya üzerindeki savaşta temel sorunu, Hava Kuvvetleri Komutanı Hermann Göring’in zayıflayan otoritesinin yarattığı vakumu doldurmaya çalışan “diğer” güç odaklarına bağlıyor! Maalesef bu güç odaklarının ne olduğu pek belli değil. Göring ve Hava Kuvvetlerinin içinde bulunduğu umutsuz durum göz önüne alındığında günah keçisi olarak seçildiğini düşünüyor. En azından 1950’lerde...

Sanırım ilk defa bu kitapta ve ilk elden anlatılan olaylardan biri de; “Jet Avcı Uçağı Trajedisi” başlıklı bölümde anlatılan, 1943 Aralığında şahit olduğu Adolf Hitler ile Hermann Göring arasında geçen konuşma. Adolf Hitler’in Me262 avcı uçağının bomba taşıyıp taşıyamayacağı ile ilgili soruya Göring’in verdiği “teorik olarak evet, 500 hatta 1000 kilograma kadar bomba taşıyabilecek güçtedir” cevabı Avcı Uçağı olarak çok büyük potansiyele sahip bu mükemmel uçağın belki de Alman Hava Kuvvetlerinin kaderini değiştiriyor. Anlatımına göre, yüksek süratli ve bombardıman amaçlı tasarlanmamış, bu konuda hiç bir teknik donanımı olmayan Me262 ile ilgili gerçekleri açıklamaları için, ne Galland’a ne de uçağın tasarımcısı Willy Messerschmitt’e fırsat verilmiyor. Üstelik bu uçağın “blitz bomber” potansiyelini göremedikleri için bir de fırça yiyorlar!

Kitabın son bölümünün adı tahmin edebileceğiniz gibi “the last”... Teğmen Rütbesi ile Filo komutanı olarak başladığı II. Dünya Savaşını çeşitli ayak oyunları sonunda sürgün edilerek Korgeneral rütbesi ile, gene Filo Komutanı olarak bitirişindeki buruk ironiyi, Bağımsız Avcı Birliği JV44 komutası ile geçen savaşın son günlerinde yaralanışını anlatarak bitiriyor.

Bence tartışılır tarafları olsa da, çok ilginç ve Alman Hava Kuvvetleri tarihine ilgi duyanların okuyup kitaplığında bulunması gereken bir “faideli eser”. Bu kitap büyük bir şans eseri tam elli yıl sonra haziran 2005 de tekrar basıldı. Cerberus Publishing, ISBN 1841450200, internet üzerinden satış yapan kitapçılarda bulunuyor.


The First and the Last
Galland Adolf
Methuen & Co. Ltd., 1955




Okumakla Adam  Olunsaydı...


--------------------
[1]Daglıs Beydır da sıkı heriftir haaa. Av pilotu olmak için bir parça yaşlı ve ciddi bir sağlık sorunu olmasına rağmen (tevellüdü 1910. 22 yaşında da bir havacılık kazası sonucu iki bacağı kesilip, protez takılıyor), ağustos 1941’de düşürülene dek 22 Alman Uçağının hakkından gelmiş.

[2]Bu laf, yani; “Other Side of The Hill” terimi, savaştan sonra bir İngiliz askeri tarihçi Liddell Hart tarafından yazılan önemli bir kitabın adı. Savaşın askeri hikayesi, kaybetmiş olan tarafın önemli aktörleri tarafından anlatılıyor. Zamanının çok mühim bir kitabı. Bunu da ifade edeyim.

[3]Şimdi bu adamı anlatmaya çok üşendim. Okuyanlar içinde hakkaten merak eden varsa, ya internetten baka, ya da bana e mail göndere. Uğraşamayacağım şimdi. Hem, yazının konusu Mölders değil ki !

[4]Alman Hava Kuvvetleri avcı uçaklarından sorumlu General Adolf Galland’ın Hermann Goering ile düştüğü fikir ayrılıkları sonucu görevden alınması, General Adolf Galland tarafından kurulan en ünlü jet avcı filosunun doğuşuna sebep oldu. (Jagdverband 44, Jv44) O’na bu iznin verilmesinin sebebi kendini öldüreceğinden emin olunmasıydı. Savaşın son aylarında gerçekleşen bu olay, inanılması zor, ancak macera filmlerinde rastlanacak türden pilotları bir araya getirdi. Filoya atanan veya gönüllü olarak katılan pilotlar arasında iki albay, bir yarbay, 5 binbaşı ve 2 yüzbaşı vardı (Filo komutanınızın da 103 hava zaferi sahibi bir General olduğunu unutmayın !, )
Pek çok pilot hastane ve dinlenme evlerinden toplandığı için Filoya şaka yollu “uçan senatoryum” da deniyordu. Pilotların hemen hepsi Alman Ordusundaki en yüksek nişan ve madalyaların sahibiydi. Öyle ki, bu filoya atanmak için en az bir “Şövalye Haçı”nız olması gerektiği söyleniyordu. Filo savaşın son günlerine kadar görevini sürdürdü, Kullanılan uçak Messerchmitt 262‘ nin güvenilmez motorları, yedek parça sıkıntısı, yakıt yetersizliği, kalkış pistlerinin sürekli hasar görmesi gibi nedenler bu değerli pilotların bir kısmının savaşın son günlerinde akılsızca ölümüne sebep olduysa da, savaş sonrası yıllarda bu girişim, içinde yer alanlara dünya çapında bir ün kazandırdı.




Aralık 09, 2009

Temel Reis ve Ceviz Ağacı


Balık-Adam - BEN, BİR CEVİZ AĞACIYIM GÜLHANE PARKINDA.
Ben  -  Bir kerreste yani ?
Balık-Adam  -  Yok ! Ceviz ağacı soyludur…Ceviz bu yarraam… Kilosu kaça haberin var mı ?
Ben  - Sebze değilsin?
Balık-Adam  - Sebze deyince: Temel Reis vardı. Ispanak yerdi o gerçi. Çocuk aklımla Temel Reis’i laz sanırdım. Trabzon’lu bir kahramanın hikayeleri. Yaş tabii beş falan.
Ben  - Değilmiymiş ?
Balık-Adam  - O çirkin karıda ne bulduğunu hiç anlayamadım. Soğudum heriften.
Ben  - Ulan, herif sanki Brat Pit mi ?
Balık-Adam  -  E, Temel Reis abi, teknesi var, şeyi var. Eli ekmek tutuyo. Kimseye muhtaç etmez, evini barkını bilir. Ispanağı yiyince sabaha kadar çakar!
Ben - Ehhh be bilader.

Aralık 05, 2009

Cranwell Hatıraları


Emekli Kurmay Albay Canip Orhun 2002'de İstanbul’da öldü. Ölümünden sonra çocukları tarafından yayınlatılan anıları, onun İkinci Dünya Savaşı sırasında, Kraliyet Hava Kuvvetlerinde uçuş eğitimi için İngiltere’ye gönderiliş ve bu ülkedeki yaşam öyküsüne ait günlükler. Ciddi bir yayınevi tarafından basılan ve özenli bir düzelti sürecinden geçtiği anlaşılan anıların büyük bir bölümünü oluşturan gidiş öyküsü gerçekten çok ilginç. Savaş nedeniyle, Avrupa ve Akdeniz’den ulaşımın son derece tehlikeli[1] olması nedeniyle Canip Orhun’un da içinde bulunduğu kafile, Adana – Halep – Beyrut ve Kahire üzerinden Süveyş Kanalını geçerek, Cibuti üzerinden bu günkü Tanzanya’nın eski başkenti Darüsselam’a geliyor. (Düşünün: 1943’de Tanzanya....yani, eski Alman Doğu Afrikası !) Durun, yolculuğun daha yarısına bile gelmedik. Buradan Madagaskar’a geçiliyor. Madagaskar üzerinden Ümit Burnu geçilip Batı Afrika kıyılarından, sonunda 15 Haziran 1943’de Liverpool’a ulaşılıyor. Bir martta Ankara'dan başlayan bu eski tabirle “akıllara durgunluk veren” dört aylık yolculuk ve sonrası, aslında 21 yaşında bir gencin bin dokuz yüz kırklar Türkiye’sinde başına gelebilecek en iyi şey. Yolculuk süresini etrafındaki kişilerde pek rastlanmayacak bir bilinç ve duyarlılıkla gözleyerek, öğrenerek, kendini eğiterek geçiriyor.

Gerek yolculuk gerekse İngiltere’de geçirdiği aylara ilişkin bu anılarda kimi zaman içinde bulunduğu “zamanlar” a özgü naifliklere rastlansa da, çevre ve kendi ile ilgili gözlemleri oldukça nesnel. Canip Orhun belki kafiledeki en başarılı öğrenci değil ama, en duyarlı bilinçli ve sanırım da en yakışıklı subay adayı! Gelişmiş bir batı toplumunda kadın erkek ilişkilerinde yer alan serbestlik, (bu serbestliğin bolca tadını çıkardığı da satır aralarında keyifle seziliyor) Sosyal ilişkiler, sağlık, teknoloji, ama herşeyden önemlisi insan malzemesinin kalitesi onu derinden etkiliyor. Kitabın tümündeki bu “farkında oluş” çok etkileyici açıkçası.

Bin dokuz yüz kırk beş baharında eğitimini bitirip yurda döndükten sonra, batı dünyasında bir süre yaşayıp dönen her Türk aydınının yaşadığı bunalımı yaşaması kitabın buruk olan tarafı. Atandığı birlik, yaşadığı kent, çevresindekilerin hayata karşı tavrı karşısında nasıl derin bir mutsuzluğa gömüldüğünü okumak oldukça üzücü... Anılar ekim 1945 tarihinde sona eriyor. (Belki de basılan bölümü) Fakat, bu travma ve belki beraberindeki isyan duygusu 1960’da Kurmay Albay Rütbesi ile ordudan ayrılışına dek sürmüş gibi görünüyor.

Bu anılar tipik havacılık veya pilot öyküleri içermiyor. İçinde öyle; “Paşa’nın elini öptüm. Bak oğlum, sen bizin en iyi subayımızsın, Hadi, yüzümüzü kara çıkarmayasın dedi” veya, “Bir atışlar yaptım Las Vegas’ta, aklınız durur. Ertesi sabah Amerikalı subaylar yanıma gelerek, aferin sana Captain dediler” tipi kurgular yok. Ama; sıradan olmayan bir subayın, sıradan olmayan zamanlar ve mekanlara ait anıları ilginizi çekiyorsa, mutlaka okuyun...


Cranwell Hatıraları
Bir Havacı Teğmenin Güncesi
Orhun, Canip
Yapı Kredi Yayınları, 2004



Okumakla Adam Olunsaydı…





________________________________________

[1] İngiltere’ye İkinci Dünya Savaşından önce sipariş edilen denizaltıları teslim almak üzere gönderilen Deniz subayları ve eğitim için seçilmiş 20 Hava Harp Okulu öğrencisi ve bir grup sivilden oluşan 200 kişi Refah şilebi ile, Mersinden Port Said’e gitmek üzere yola çıkarlar. Haziran 1941. Limandan 50 mil açıkta bilinmeyen bir ülke denizaltısı tarafında torpillenerek batırılan, Köhne, telsizi bile olmayan Refah şilebinden sadece 32 kişi kurtulmuş, 168 kişi boğulmuştur. Ciddi bir ihmal sonucu yaşanan bu olay yakın tarihimizde “Refah Faciası” olarak bilinmektedir.

Aralık 04, 2009

The World's Worst Weapons

Bay Dougherty “Dünya’nın En Kötü Silahları” adını verdiği bu ufak boyutlu kitabında bize insanlık tarihi boyunca üretilmiş en kötü 150 adet silahı tanıtmaya söz veriyor. Arkadaki bu taahhüt, zaten ön kapakta ziyadesi ile vücut bulmuş. Kitabı sipariş vermeme sebep olan da bu akıllara ziyan, ne olarak adlandırmak gerektiğine pek karar veremediğim şey… Aralarında akrabalık ilişkisi olan bir kumbara ve uçak çiftleşmiş gibi!

Toplam 320 sayfada neler yok ki… Anlaşılan iyice gırgıra alınmayıp biraz bilimsel olsun diye beş bölüme ayrılmış. Nispeten kronolojik bir sıra izlenerek; önce piyade silahları, kara araçları ve toplar, uçak ve füzeler, gemiler ve diğer deniz silahları en sonda da adamın iyice ipe sapa gelmezleri “çeşitli silahlar” deyip toparladığı bir bölüm var.

Kitapta yer alan bin bir türlü hıyarlık sonucu üretilmiş tüm bu cihazların tümü benim başta sandığım ve düşünmekten zevk aldığım gibi, Fransız ve İtalyan mucizeleri değilmiş… Hemen her ulusun katkısı var. Tam bir sayım yaparak size bu konuda kesin bir kanıt sunamıyorum ama sanırım bu iki ülke kadar, belki de daha fazla Amerikan ve Alman mucizesi de mevcut. Doğal olarak İngilizler de onlardan aşağı kalır değil. Üstelik İngiliz yaratıcılığı öyle pek sınır falan da tanımıyor. Kapak resmi olmaya hak kazanan “Sizarre-Berwick” Zırhlı Aracı mesela… Ama bununla da yetinmemişler doğrusu.


Özellikle İkinci Dünya Savaşı yılları ve savaş sonrası ilk 10-15 yıl bu konuda oldukça verimli geçmiş. Savaş ganimeti Alman teknolojisinden arak hidrojen peroksit tahrik sistemli denizaltılar (1954), patlayıcı dolu fıçıları kıyılara çıkartma yapacak düşman güçlerinin üzerine saatte 100 kilometre süratle yollayacak roketli tekerlekler “Panjadrum” (1943), “Skybolt” havadan yere nükleer füze (1962), arkasındaki dört namlulu görkemli taretin bir it dalaşında düşman uçakları ile başa çıkabileceğine ciddi olarak inanılan tek motorlu av uçağı “Boulton-Paul Defiant” (1939) gibi…(Eğer pilot kendine saldıran düşman uçaklarının arasında sağa sola kıpraşmadan düz bir bir çizgide uçabilse bak sen gör o vakit arkadaki taret neler yapacak). Aslında İngiliz listesi oldukça uzun da, ben diğer uluslara haksızlık olmasın diye kısa keseyim dedim.

Saçmalık konusunda Amerikalılar da pek aşağı kalır değiller. On dokuzuncu yüzyıl sonlarında dinamit atan toplardan tutun da, atom enerjisi ile çalışacak bombardıman uçağı NB-36H’a dek. Burada adamların belini büken önemsiz sorun reaktörün olası zararlı etkilerinden mürettebatı koruyacak dört tonluk kurşun plaka ile 120 santim kalınlığındaki kokpit camının ağırlığı, yoksa, olmayacak bir şey değil.

Saatte bin kilometreyi zar zor geçebilen ve bir şırınga ya da sustalıyı andıran tasarımdaki X-3 “Stiletto” uçağı da bu kitapta kendine mümtaz bir yer ediniyor. Başka sapıklıklar da var. Daha önce hiç görmediğim Mach3 süratlerde ve yerden birkaç metre yüksekte haftalarca uçabilen, esas zararı uçarken egzozundan çıkan radyoaktif serpinti olan “Pluto Projesi” gibi.


Alman teknolojisine bence ayrı bir cilt ayrılması gerekirken, bu ulus duvar köşelerinden ateş edebilir (30 ve 45 derecelik açılar için olanları üretilmiş; ama daha hırslı, doksan derece ile ateş edebilenleri de düşünülmüş), kıvrık namlulu tüfekler, mistel kombinasyonları, maksimum sürati saatte 13 kilometre olan ve o dönemde Almanya’daki hiçbir köprüyü ağırlığı yüzünden geçmesi mümkün olmayan tanklar gibi oldukça az ürünle temsil ediliyorlar. Bu devasa tank işine Sovyetler daha önceki tarihlerde kuvvet vermişler. (Var, onların da, 1933 gibi erken bir tarihte yaptıkları 11 kişilik mürettebata sahip tankları var). Yuvarlak planlı, toplar ateşlenince kendi etrafında dönmesi bir türlü engelleyemedikleri savaş gemileri bile mevcut “Novgorod” (1871).


Ama yaratıcılık tükenmiyor; İkinci Dünya Savaşı sırasında Alman tanklarına saldırmak için yetiştirdikleri ve üstlerinde patlayıcılar olan “mayın köpekler”… Tankların gürültüsünden ürken bu “silahlar”, kendilerini yetiştirip besleyen dostların müşfik kollarına geri koşturunca bir dizi sıkıntı olmuş parti komiserleri arasında…

Fransızlar neden geri kalsın ki? Onlar da büyük ulus değil mi? Maginot Hattı ve 1929 gibi erken bir tarihte üfürdükleri gövdesinde sekiz inçlik iki adet top olan “ Surcouf” denizaltıları ne güne duruyor… Dahası, pek çok ulus; Çekler, Japonlar, Finler, İtalyan ve Çinli’ler de bu kitaba katkıda bulunmuş.

Konu edilen bir kısım silah da prototip ve ilk üretimlerindeki sorunlar çözüldükten sonra etkili olarak kullanılanlar. Bunların arasına M16 piyade tüfeği, F104 Jet uçağı alınmış. Bazıları tasarlandıkları görevler dışında başka görevlerde rüştlerini ispatlamış olanlar. Ju87 “Stuka”, Nükleer bombardıman görevlerinde kullanılmak için tasarlanan ama, sonraları tanker uçağı olarak kırk elli yıl süre ile kullanılan “Handley Page Victor” da bunlardan.

Sonuç: Hemen hemen herkesin internette biraz eşelenip, annemin deyimi ile “okumadan alim gezmeden seyyah” olduğu günümüzde sanki kitaplardan da hala okuyup öğrenecek şeyler var. Barnes & Noble sitesinden altı dolar doksan sekiz sent mukabili alınabilecek bu eğlenceli ve öğretici kitap da onlardan biri.



The World’s Worst Weapons
“From Exploding Guns to Malfunctioning Missiles”
Dougherty, Martin J.
Barnes and Noble , 2007



Okumakla adam olunsaydı....

Kasım 29, 2009

Gönül Koylarında Vurgun


Bundan epey yıl önce gittiğim bir dükkanda orta sehpasının üzerindeki şiir kitabının adı bu… Şiir yazdığına inanmakla kalmayıp, bir de bunları geniş kitlelerin beğenisine sunmakta sakınca görmeyen bir… bir… (haydi beyefendi diyeyim) beyefendinin eseriydi. Tabii o zamanlar böyle bloglar bilmemneler yok. Türk Halkı’nın ne mümtaz hasletleri, şeyleri olduğunu ifadenin biricik yolu siktirici bir kartvizit ve fatura matbaasında 25-30 sayfalık şiir kitapçığı bastırmak.
Oysa şimdilerde öyle mi? Bilgisayar, internet var. Her türlü yeteneksizliği, inceliği, duyarlığı, duyargayı, akla, göte gelen gelmeyen ne varsa beleşe yazmak imkan dahilinde. Yazılanlardan öğrendiğim:
Bu ülkede bilgisayar kullanabilen her yaştan kadın: Aslında, en hasından birer aşçı ve şair. İnce ruhlu, güçlü, duyarlı, yaşamları akıllara durgunluk verecek ölçüde ilginç ve karmaşık bu kadınlar ve fakat bir o kadar da kırılganlar. Edebi ruhiyat avuç avuç, vıcık vıcık... Batırmış ortalığı. Elif Şafak ve İclal Aydın ele ele verip gündeliğe gelse, yine de temizleyemezler.
Hayatlarının bir döneminde bir veya birkaç tatsız ilişkileri oluyor. Bazıları son derece hınzır, bazıları çok naif. Yaşamları son derece dolu, hemen hepsi serin erguvan renkli sular kadar derin bu kişilikleri, dünyaya veya dünyadan zarif minik jestler alış verişinde okuyor ve beğeniyoruz. Onlarla birlikte gülüyor onlarla birlikte hüzünleniyoruz. Sürekli, “bitmiş”, “bitecek”, “başlayacak”, “başlayabilir”, “başlasa ne iyi olur” ilişkiler tansiyonu var çoğunun. Elbette bu yardımcı eşhas ilişki boyunca çok duyarlı ve muhteşem oluyorlar, biten ilişkilerin ardından aslında birer dalyarak veya domuz olduklarının öğreniyoruz. Tabii yine hep beraber.

Öyle hafife alınır rakamlarda olmayan bu blogların yine, öyle hafife alınır rakamlarda olmayan okuyucuları var. Güruh bir dönemin Muazzez Tahsin Berkant veya Mükerrem Kamil Su müptelalarından daha “mes’ut” aslında. Blog yazılımları, semiz bir tavuk gibi her gün bir şeyler yumurtlama yeteneğine sahip bu kadınların malzemesi daha bol tutulmuş saçmalıklarına “real time” ahkam kesme olanağı sunuyor. Hemen her zaman aynı telden çalan (b)oku-yucular/izleyiciler de çıkıp iki laf etme, beğendikleri yazarlara en az onlarınki kadar abuk sabuk şeyler söyleme olanağına sahipler.

Bize çok yakın olup, kişilik derinlerindeki en karanlık hezeyanları, özlemleri yazıp çizdikleri için kendimize yakın hissettiğimiz, kimi zaman bizim yapamadıklarımızı yapan/yaşayan bu platformun oyuncuları aslında kendileri ile ilgili, acemice metaforlar ve çoğu arak basit edebi kurgular dışında pek bir şey söylemiyorlar bize...
“Rafine, duyarlı dişi” muayyen gün blogları atmosferinin dışındaki yemek blogları evreni ise, nefes almayı iyice olanaksız hale getiren bir heyula. Vibratörüne kılıf örüp, dantel modelini sanal aleme yayım yayım yayınlayandan tut; “sebzeli taşşak kebabı yaptım, tarifinin ilginizi çekeceğini düşündüm” cülere kadar uzayan bu yer için en edepli yorum; kısıtlı kaynaklar ile büyümeye, artık değer üretmeye çalışan bu ülkede elektriğin boşa harcandığı…

Bu gün başlayacak olanlara blog veya şiir kitabı adı önerisi: Ossuruktan Teyyare Yolcularına Son Çağrı.
Ayrıca: Merak ediliyorsa, fotograftaki balıkları nasıl kızarttığımı açıklayabilirim.


Saygılar sunuyorum.


Edited By Miki
Fotograf : BvP

Kasım 28, 2009

“There is No Question of Success” Demiş Adam! II (Kiminki Daha Uzun?)


Önümdeki büyük panoda yan yana iki tane sürgülü hesap cetveli duruyor. İkisi de Albert Nestler A.G. tarafında üretilmiş[1]. İnanılmayacak karmaşıklıktaki bu aygıtlarından biri Sergei Koroliev’e diğeri Wernher Von Braun’a ait… Her iki zat da, bildiğimiz “roket alimi” ve Sovyetler Birliği ile Amerika Birleşik Devletleri arasında, 1950 – 1960 yıllarındaki kıyasıya uzay yarışının baş aktörlerinden. Uçak tasarımcısı bir mühendis olan Bay Koroliev, İkinci Dünya Savaşı sonunda, Alman V-2 roket teknolojisini yerinde inceleyip araklayarak, bu teknoloji üzerine Sovyet Kıtalar Arası Balistik Füzelerini ve nihayetinde, uzay programını inşa ediyor. İnşaatta… evet, bazı dandiklikler var. Örneğin Ay’a gönderdikleri ilk sondayı denk getiremiyorlar. Üç bin beş yüz kilometre çapındaki bir kütleyi altı bin kilometre ıskalayınca… Eh, olmuştur büroda, aile hayatında bazı sıkıntılar, neyse. Adamcağıza ecel terzisi 1966’da ani şekilde don biçiyor da, Amerikalı’ların neler yaptığını görmüyor. Çünkü her ne kadar başlangıçta fikir ve teknolojinin büyük bölümünü esas oğlan Wehrner’den araklamış da olsa, epey hırslı. O da düşünüyor, istiyor, Ay’a insan indirsin falan. Ama olamıyor işte. Yaşamı boyunca hep, Wernher beyin aksine, boktan bürokrasi, farklı planları ve yaklaşımları olan sapık rakipler ve acıklı bir teknoloji fakirliği ile boğuşmak zorunda. Üstelik; diğer hesap cetvelinin sahibi bu eski Nazi, yeni Amerikan vatanperveri, bir eli sınırsız insan malzemesinde, diğer eli sınırsız parasal kaynaklarda elinden geleni ardına koymuyor.


Toplam beş kademeli ve ilk kademesi tek başlarına epey güçsüz tam otuz motordan oluşan garip tasarımlı “N-1” roketinden 10 tane üretiyor yüce Sovyetler Birliği[1]. Bu motorlar maalesef kerosen kullanıyor. Kerosen bildiğin gazyağı ulan, ey okuyucu… Bu yazıyı okuyan en salağınız bile, gazyağı ile çalışan bir veya birsürü motorun ancak oldukça kısıtlı bir yükü görüngeye oturtabileceğini tesbit edebilir (Aslında bir bok olamayacağı, dört tanesinin fırlatma denemelerinde başarısız olmasından belli ya, epey optimist bu Rus milleti).
Sovyet uzay macerası ile ilgili sergilenenler bu iddialı ve talihsiz roketin modeli ile kısıtlı değil. Çok başarılı ve Amerikan tasarımı araçlarla kıyaslandığında basit, kaba görünümlü Soyuz “birlik” [3], üretilmiş tüm insanlı uzay uçuşu araçlarından daha uzun süre kullanılıyor. Yüzden fazla kozmonotu uzaya taşımış. Temel tasarım aynı kalsa da, eh, Sovyet teknolojisi bile zaman içerisinde gelişme gösterebiliyor. Bu cihaz da Amerikalılarınki gibi, her biri farklı bir işleve sahip ve kullanılış amacı ortadan kalktığında terk edilen modüllerden oluşuyor. Sol baştaki yuvarlak kütle Kumanda/yörünge, ortadaki çanı andıran şey iniş, en arkadaki silindirik kütle ise, cihazları ve itki sistemini taşıyan modüller.



Ay seyahati gerçekleştirebileceklerini cidden düşündükleri için (ulan, her şey hazır, ahh bi de roket işini kıvırsalar), uzay boşluğunda veya ay yüzeyinde kullanılmak üzere tasarlanan bir elbise var[4]. Bu uzay elbisesi mevzuu çok ilginç. Üzerinde epey yazıp çizmeye değer bir konu. Doğal olarak, burada sergilenen Sovyet tasarımı elbise rakiplerinkine epey benziyor. Ama onu esas farklı kılan, gövde kısmı kabuk biçiminde, sert yapıda olan bu elbiseye hayat destek ünitesini sırttan ayıran, kapıyı andıran bölümden girilmesi! Amerikalılar gibi elbiseyi “giymek” yerine, elbiseye “girme”yi münasip görmüşler. Bu yöntem garip görünse de muhtemelen dar bir alanda fermuarlar, borular, haberleşme kabloları vs. ile uğraşmaktan çok daha pratik ve emniyetli.


Soyuz 3 ve Soyuz 4 uçuşlarında kullanılmış satranç takımı ve Mir uzay istasyonunda kullanılan tuvaletler! Bunlar kadın ve erkek anatomisi için ayrı tasarlanmış aygıtlar.İnsan vücudunun bu bölümlerine epey merak ve çalışmalarım olmasına rağmen nasıl kullanıldıklarını çözemedim maalesef!
Soldaki kadınlar, sağdaki erkekler için-miş!




Devam edeceğim.

Edited By Miki,
Fotograflar: BvP

-----------------
[1] Tahmin edebileceğiniz gibi, Bay Albert Nestler Alman Mülkünde bu tür hassas avadanlıklar yapan tek şahıs değil. Türlü mühendislik, havacılık, denizcilik alanlarında kullanılacak hassas ölçüm ve hesap cihazları yapan çok miktarda başka kuruluş var. “Aristo-werke”, “Löbker&co., Meissner, Veb Mantissa”, “Reiss”, “Bayerische Reisszeugfabrik”, “IWA” bunlardan bazıları. Pek çoğu 1920’lerden beri faaliyet gösteriyor, daha eski olanları da var elbette. Ama sıkmayın canınızı. Ortaçağda, halk Avrupa’da bokunu sokağa boşaltırken, Süleymaniye Camii’nin tuvaletlerinde şakule dikkat yazıyordu. İşte böyle övünülesi bir “ecdat” bizimkisi.

2] Yaklaşık aynı boyutlarda, ama farklı bir yakıt kullanan Saturn-V, 13 ateşlemenin hepsini alnının akı ile kotarabiliyor! Anlaşılan Wernher’in cetveli daha iyi hesap yapıyor… N-1 teorik olarak 95 tonluk bir yükü yörüngeye oturtabilecekken, Saturn-V, 130 tonu, “tak”… oturtuyor aslanlar gibi.

[3] “İttihad” mı demeli yoksa? Bu tür tanımları pek seviyorlar. Dostluk, arkadaşlık, bilmemne. Amerikalılar uzay araçlarına debdebeli göksel isimler vermelerine rağmen (Apollo, Saturn, Gemini, Atlas, vb.), görev sırasında kullandıkları araçların adları çeşitlilik gösteriyor. Antares, Odyssey gibi yine göksel temalar varsa da, Snoopy, Spider, Gumdrop gibi isimler de var. Kural olarak NASA Yönetimi bu isimlere ve görev için tasarlanan amblemlere müdahale etmiyor. Sadece bir kere, Apollo 11 Görevi sırasında, mürettebata “Bakın ne diycem: Amerikan Ulusunun Ay’a indireceği cihaz şöyle oturaklı, vakur bir isme sahip olsa iyi olur sanki” şeklinde telkinde bulunuluyor. “Yaylan Bakalım” , “Çikitam”, “Hey Maşşallah” vs türü maymunluklara maruz kalmasın diye. Örneğin; Apollo 10 görevinde kullanılan Kumanda ve Servis Modülünün (CSM) resmi adı CSM-106, Ay Modülünün (LM) ise LM-4. Servis kılavuzları dışında bu tür mekanik bir tanımlama hiçbir zaman kullanılmıyor.

[4] Tahmin ettiniz değil mi? Elbisenin de adı var elbette. “Krecthet”, altın şahin.




Kasım 14, 2009

Sıhhi ve Nefistir

Evet ya, öyledir. Küfürden bahsediyorum. Güzel Türkçemizde “laboratuvar” veya “vites” kelimelerinin karşılığı yok. Ama, her sağlıklı erkeğin uyguladığı, bir “vites değiştirme” aktivitesi var. (Gearshifting)? Ya da, dur: “Erkeklere para karşılığı kadın pazarlayan kimse”nin, küfür olarak kullanıma son derece elverişli  sekiz adet ismini sayayım biçırpıda.[1]

Varlığımın varlığına armağan olduğu bu güzide ulusun yumuşak karnıdır küfür. Ne dostluklar bozulur ne cinayetler işlenir. Edebine, iffetine terbiyesine, ebesine son derece düşkün yurttaşların bu konudaki hassasiyetleri o derecedir ki, kasaplar bile vitrindeki küçükbaş hayvanların kıçlarının deliğini kasımpatı, karanfil, olmadı kağıt peçete ile süsler.
Düğün, nişan, temel atma töreni, ana okulu mezuniyet şeyinde porno yıldızı gibi giyinip boyanıp isterik şekilde göbek atmaya koşan “orospu”, bunu doğal karşılayıp izin veren, üstelik gizliden gizliye durumdan zevk alan kocası  “dümbük” değildir ama sen küfürbazsındır…

Halbuki; yaşamın içinde, her yerdedir ve en büyük yardımcıdır o. İşin epistemolojik boyutu beni aşar, bununla birlikte, konunun sosyal ve pratik cepheleri konusunda bir iki fikir beyan etmekte zarar yok. Mesela: “kim der ki; sikim hıyar, bir tutam tuz alıp koşma” durumunu daha iyi açıklayan kelimeler aklınıza geliyor mu? “Yarraa yedik Hulusi!” feryadı, içinde bulunulan durumu Hulusi’nin minicik aklına bile gelmeyecek boyutlarıyla başka hangi kelimeler ile anlatabilir? Veya “göt lalesi” tamlaması, etrafınızda ne kadar çok kişiye adı ve soyadı gibi oturuyor. Bir alışveriş merkezinde “Bay Göt Lalesi, lütfen danışmaya… Bay Göt Lalesi lütfen…” gibi bir çağrı duyulsa… Danışmanın önündeki kuyruğu düşünebiliyor musunuz?

Aslında; bilir bilmez zart zurt etmeden önce, neyin küfür olduğu işinin üzerinde biraz durmak lazım. Naçiz kanaatim: bu topraklar üzerinde terakki eden, değişen tek şeyin kısmen dil olduğu. Örneğin, 1640 tarihli narh defterinde teğelti ve özengisi, ıvır zıvırı ile “İstanbul işi” kaltağa [2] biçilen değer 230 akçe! E, İyimiş arkadaş! Toka et 230 akçeyi, bin İstanbul işi kaltağa, gücün yetiyorsa inme sabaha kadar. Peki, küffara “dalyarak” saldıran leşker-i gaza’yı ne yapacağız? Kılıcı çekmiş fıkara, koşuyor küffar üstüne işte, öpmez mi insan elini o mübarek “ecdad”ın… Öte yandan; “ayol aklım, havsalam almadı” dedin mi , al sana küfrün terbiyesizliğin şahı. Havsala: leğen kemiği… Yani: hamfendinin ne aklı, ne de orası alabiliyor!

Fiili olarak resmen küfür addedilebilecek durumlar yok mu? Evlendirmişsin biricik, prensesler gibi kızını, bir yıl kadar sonra gebe olduğunu öğreniyorsun. Ağzın kulaklarında, tebrik ediyorsun el oğlunu… Ulan; damat denilen canlının senin prenses’e haftanın en az dört beş gecesi ne yaptığından haberin var mı o geçen bir yıllık sürede?

Yıllar önce bir ramazanda iftara yakın, ambarlarda hamal bir amca yanındaki ihvana “oruçlu oruçlu ananı avradını siktirtme!” diyordu. Şimdi bunu küfürden mi saymalıyız? Yoksa, amca’nın “preventif” bir uyarısı mı? Ya da benim yeni gitmeye başladığım spor salonunda rastladığım, bir yandan bantta kan ter koşarken bir yandan mesaj çekmeye çalışan hamfendi için deklare etmeyi düşündüğüm: “hay beynini sikiym senin” cümlesi küfür mü? Yoksa, vatandaşlık görevi mi?


Ne haliniz varsa görün!

Edited By Miki
Fotograf : BvP

---------
[1] Pezevenk, Dümbük, Kodoş, Kavat, Puşt, Geyik, Muhabet Tellalı , De’yyus! Eminim, Alucra’da veya Adıyaman’ın köylerinde başka kelimeler de vardır. Mahut zenaatla ilgili. Bu kelime zenginliği, bu folklorik çeşitlilik yurt sathında çok yaygın bir uğraş olduğunu düşündürüyor insana.

[2] Kaltak : Eğerin tahtadan kaplanmamış kısmı. Galiba, işin “binme” ile bir ilintisi var!




Ekim 28, 2009

Ortaklar'dan Beriye

Uzun zamandır Batı Anadolu’daki taş toprak, özellikle de tapınaklar hakkında yazmak istiyorum aslında. Gel gör ki, her şey çok karmaşık, ben de oldukça cahil ve üşengeç insanoğullarındanım. Eh, ilim ehli de olmadığımızdan, tümünü zihin ishali olarak nitelemek de mümkün.

Yaz aylarında tatile gider kentli. Bütün yıl çalışmış yorulmuş. Eh, kentli okumuş/okumamış/okumuş da, kendini biskim sayanın esas hedefi güneş altında götü devirip yatmak, gürültülü müzik ve alkol eşliğinde eşşek gibi tepinmek, hatta, yazının konusuna hürmeten adı ile sanı ile söz etmeyeceğim terbiyesizlikler (Allah sizi inandırsın, sabaha kadar…!) olsa da, ortada bir de, kaldırılması gereken “kültür” cenazesi mevcuttur. Cenaze efradından bu hanım ve beyler eski kent veya ören yeri girişlerinde şort ve lastik terlik eşliğinde tespit edilebilir. Genellikle bir takım optik kayıt cihazları da eşlik eder şort terlik ikilisine. Ama şimdilerde cep telefonu adlı başka bir cihaz da aynı işi görüyor.[1] Bir, bilemedin iki saatlik bir tenezzühten sonra, “nasıl yapmışlar a..a koyim”, “buralar hep çok eski ” tarzı yorumlar ve görevini tamamlamış insanın ruh huzuru içinde, yöreye gelişin esas amacına (deniz-güneş-kum-cinsi münasebet) hicret edilir. Allah’ıma şükürler olsun ki; şu eski adamlar nedense hep havası suyu güzel, güneşi parlak yerleri mesken tutmuşlardır da, kolay tarafından birkaç saatliğine kültürel ibadetini eda edebilirsin.

Ege Bölgesine yapılacak her gezinin sırat köprüsü, Ortaklar adlı hiç bir özelliği yokmuş gibi görünen silik kasabadır aslında. [2] Düz, doğuya devam edersen o yol seni Aydın’a, Nazilli üzerinden iç Ege’ye götürür. Buralar da iyidir iyi olmaya da, gel gör ki, yolculukta gri pamuklu eşofman altı g-string, deniz kenarında acaip bikiniler ve pareo ve üçgeli telefon ve feysbuk’la mücehhez karıların rotası değildir maalesef. Onlar ve sen Ortaklar’dan Söke’yi sağınıza alıp Bodrum’a, veya annesi ile seyahat eden yirmili yaşlarının sonunda geçkince bir kız isen, Denizli Lisesi’nden emekli öğretmen dayının Didim Mavişehir’deki yazlığına gidiyorsundur. Yolculuğunun Söke’den ve çıkışında sana bir takım pılı pırtı kakalamaya yönelik kümes benzeri yapıları [3]geçtikten sonraki bölümü, üzerinde hafifçe yükseltilmiş bir kara yolu yer alan pırıl pırıl, derli toplu ovada süratle cereyan eder. Burası “Büyük Menderes Ovası” dır işte.

Neler yoktur ki burada: Söke’den batıya, denize doğru uzayan Mykale Dağı eteğindeki insanı dumur edesi Priene, şimdilerde ovanın ortasında kala kalmış, bir zamanların limanları ile ünlü Miletos, ana yoldan uzakta, gidilemeyesi, fakir Myus ve Ionia denen yerin en güneyindeki Didyma. Bugünkü Didim hali insanda nefret uyandırmakta, hava bombardımanı sonrası Dresden’i andırmaktadır ya, oralarda yazlığı olan ortalama salaklıktaki biri bile Apollon Tapınağı’nın Batı Anadolu’daki en görkemli yapılardan biri olduğunu tespit edebilir (Benim naçiz görüşüm, Sardeis’deki Artemis tapınağının etkileyicilik açısından bu yapıya on basacağıdır ama şimdi bundan söz edersem, yazlıkçıların küçücük akılları iyice karışabilir diye susarım hep).

İnsanların ellerinin altında yer alan tüm bu muazzam yapı gruplarına, barındırdıkları karmakarışık, çetrefilli geçmişe ilgisizliklerinin acaba kavrayabilecek donanıma sahip olmamalarından mı, yoksa harcıalem öküzlükten mi kaynaklandığını merak eder dururum.
Antik bir yerleşimin çoğunlukla en önemli ögesi olan tapınağı nasıl algılar ortalama ziyaretçi, neleri görür? Oradaki taş yığınından neleri öğrenir? Nasıl etkilenir? Yapı grubunun hemen yanında yer alan çoğunlukla iki ayak üzerine çakılmış tanıtıcı tabeladaki bilgiler ona bir anlam ifade eder mi? “Exedra” desem, “antefix” desem “anama küfretme puşt!” der mi ? Yoksa ben de mi bir şeyler yazıp anlatmaya çalışsam? Hayır nedir yani?




[1]Hayır. Ulan, nedir bu kayıt merakının hikmet-i maddesi? Tarihi fonda olması neden önem taşır? Neden hep sütunların, dikey ögelerin önünde ve/veya onlara sarılarak çektirilir bunca fotoğraf? Fallik öge tutkusu ile ilişkilendirilebilir mi? Günümüz davranış biliminin cevap veremediği sorulardır bunlar.
[2]Belki vardır, belki yoktur. Bilemem. Ama bana hiç de öyle, yaşamımın geri kalanının geçirmek isteyeceğim bir yer gibi gelmez.
[3]Anadolu’da kentin dışına atılmış genelev veya pavyon komplekslerini andırır bu yapılar topluğu. Adana’da şehrin dışında, portakal bahçeleri arasında uzaktan görünen sevimli genelev mahallesi makro planlama adına daha güzel bir örnek mesela. Bu konuda başka yaklaşımlardan biri de çevre il ve kasabalardan ulaşım kolaylığını dikkate alarak, ulaşım ağları yakınına yerleştirmek. İzmir’deki gibi.

Edited By Miki,
Fotograflar : BvP

Ekim 25, 2009

Thank you for Smoking

Genişletilmiş cigara yasağı bir süredir tam gaz. Son Türk Devleti beni otoyolda boğulmaktan koruyamıyor olabilir ama, iş yerimde tütün içmemi yasaklayarak, benim adıma “dumansız günler” vaat ediyor. Trafik kazalarında, sel baskınlarında, düğünlerde sıkılan kurşunlarla telef olacak yurttaşlarda akciğer sağlamlığı şartı aranacak gibi kaçıyoruz o öcüden. Siktirici Türk filminde, kötü adam kahverengi uzun bir şeyi ağzına almış iştahla emiyor ama göremiyorum ne olduğunu (tam o nokta, daha doğrusu noktasal değil sansürlenen alan. Hafifçe ovalimsi oluyor. Geometrik bir hassasiyet var orda). Aklıma, yetişkin insanların ağızlarına almaktan keyif duyabilecekleri birkaç şey geliyor, gönül acıları içinde kıvranıyorum, acaba hangisiydi diye. Oysa, şimdilerde evlenmemiş genç kız zeker görmesin hassasiyeti gösterdiğimiz cigara ile ne kadar içli dışlıydık yakın zamana kadar. İnsan evladı puşt işte böyle, satar dostlarını şeyini…

Bin dokuz yüz yetmiş dörtte bir Almanya yolculuğunda, uçakta dağıtılan yemek kutusunun içinden, beşlik küçük bir paket cigaranın da çıktığını hatırlıyorum. Yetmişler güzeldi hakkaten; erkeklerin favorileri ve gömlek yakaları uzun, kemer tokaları nah kafam kadar, porno dergilerde kadın kukuları tıraşsızdı. Arabalarda emniyet kemeri falan yoktu. On sekiz yaşından küçüklere içki de satılırdı cigara da.

Yabancı dergilerde cigara reklamları gırla giderdi. Dünyanın bu ıssız köşesinde reklamı yapılmaya değer cigara üretilmediğinden mi? Yoksa, “ulan, zaten şu ürettiğimiz boktan sigaralara mahkumsunuz, reklam yapsak ne olacak sanki? Koyayım götünüze rahvan gidin” bakışından mı olduğunu anlayamadığım bir nedenden ötürü, Türk cigaralarının reklamı olmazdı. Sadece Camel reklamlarının bir yerinde “Türk tütünü de kattık işte biraz ” falan türü bir şey yazardı. Hepimiz bilirdik ki, dünyanın en iyi tütünleri Türkiye’de bir de haritada yerini gösteremiyebilir olsak da, Vircinya’da yetişir.

İyiydi bu reklamlar. Erkek dergilerinin içlerinde, haftalık haber dergilerinin arka dış kapaklarında, her yerdeydiler. Zaten, yetmişlerde Türkiye’ye ne dergisi gelecek ki? Almanya’dan gelenlerin elinde Bol resimli “Stern”, biraz entelektüel geçiniyorlarsa, “Der Spiegel”. Amerikan pazarlarında, lüks erkek berberlerinde, zengin bebelerin zulalarında bolca bulunan “Playboy”, “Penthouse”, “Oui” gibi erkek dergileri. Bunların içinde en düzenbaz, puşt olanı Playboy’du. Ulan göstereceksen adam gibi göster işte. Ama hayır. Riyakar bir rafinelik poşetine sokacaksın illa. Orta yaşlı Abazalar “çok güzel interviular var, ondan alıyorum. Vallahi Aşağı Misisipi Devlet Üniversitesi öğrencisi Bobbi Sue Coleen’in götü için değil” desinler diyeydi her hal.

Rothmans ve Dunhill size rafine, kentli ve kalburüstü bir dünya sunarlardı. Rothmans reklamlarında karı kız pek olmaz ama illa bir pilot, kaptan, kaptan pilot (her ne boksa) centilmenin, hah; onun sırmalı kol yenleri görünürdü. Bir de tabii cigara. Bu kol yenlerini kah bir jet uçağının gaz kollarını iterken, kah üniforma ile kontrast oluşturacak renkte bir –illa spor– arabanın pencerelerini tutar vaziyette görürdük. Bir liderdi o, dünyayı dolaştığını bilirdik. Bangkok’ta ossurur, daha koku geçmeden Karaçi’de olurdu. Karı kız olmazdı dedim ama, sanırım yine de örtük mesaj, “Bi Rothmans bi de ticari jetlerde yirmi yıl… (yenlerde genellikle dört şerit olurdu çünkü) Gör bak, Saygon’dan Montevideo’ya vurulmadık mal kalıyor mu?” idi.


Dunhill’de durum başkaydı. Dunhill erkeği öyle maymun gibi ordan oraya koşturmaz, Birleşik Krallık’ta geçirirdi günlerini. Arada seyahat etse bile, en lüks otellerde uzun kahvaltılar ettiğinden, hamamından olsun, oda servisinden olsun bolca yararlandığını bilirdik. Kahvaltı sonrası cigarasını yakmış olurdu. Fakat o kahvaltının ve cigaranın sevişme öncesinde mi yer aldığı ya da, hemen sonrasında mı gerçekleştiğinden emin olmazdık. Fakat emin olduğunuz, aynı karede yer alan hamfendinin tavrındaki “verdi verecek”likti. Sonra, seksenlerde doğru rahatı kaçtı bu İngiliz züppenin. Yok mentollüsü, yok layt olanı, mavisi, yeşili. Deri çantaydı, parfümdü derken bokunu çıkardılar o mücevher gibi güzelim kutunun. Zaten, o da yaşlanıp prostat ameliyatı oldu herhal.

Mücevher gibi kutu deyince akla hep JPS “John Player Special” cigarası gelirdi. Araba meraklıları arasında bir efsane olup, öyle reklamı falan da olmazdı ortalıkta. En büyük Formula 1 ekibi sponsorlarından biriydi. Siyah yarış arabaları üzerindeki altın yaldızlı “JPS” amblemi dumur eder, bu dumurun hasadı da yeterdi bay John Player’e. Züppeliğin, avamlığın esamesi okunmazdı bu markada, gıcır gıcır parlak siyah ve altın yaldızlı JPS uçağında Formula 1 pilotları karıları toplayıp alem falan yapıyorlarsa; eh, o da onların bileceği işti. Bugün Pakistan’da hala çok tutulan bir sigara imiş. Ben Türkiye’de yetmişlerde ortalıkta satıldığını hatırlamıyorum. Belki bayram ziyaretlerinde misafirlere tutulan kristal şekerliklerdeki yabancı sigaralar arasında görmüşlüğüm vardır.

Ama, beyaz ve uzun Kent epey yaygın şekilde satılırdı. Ya da sokaklarda mebzul miktarda bulunan ve adlarına “tombalacı” denen eşhasla muhatap olurdun. Yok, bunlar hakkaten tombalacı. Tavşana niyet çektirenler gibi onlar da ayrı bir meslek erbabıydı. Tombala kartonuna benzer fişlerden bir tane alır, sonra da yallah, daldırırdın elini torbaya. Bir yada birkaç tane –pazarlığa tabiydi- numaranın tutturulması halinde isteksizce toka ederdi paketi. Bu tayfanın devrin modasına uygun bol paçalı pantolonları ve ince naylon çorapları olurdu ki, sigaralar çorap ile ten arasında bölgede, çorabın genişleme kabiliyeti ile orantılı miktarda zulalanırdı.
Kent erkeği de, karıya kıza meraklı olduğu gibi değişik hobileri de olan, amaca ulaşmak için her yolun mübah olduğunu düşünen biriydi. Bazen model gemi  olayına giriyor, kah rap’çı, kah zenci bir pezevenk kılığında. Fransa’ya zıplıyor, velhasıl; neticede o da kimsenin gözünün yaşına bakmıyordu. Bu markada özel vurgu sürekli olarak uydurma bir “micronite” filtre olayıydı. Muhtevası bildiğimiz mangal kömürü olan bu dehşetli özellik için 1952 – 1956 arası kanserojen mavi asbest kullanılmış olduğunu belirtmeyi hep unutuyordu puşt.
Bilimsellik olayının bokunun çıkarıldığı reklamlar gördüğümü hatırlamıyorum yetmişlerde. Bu furya, yani: Hekimlerin hususen tavsiye ettiği belli markalar, ağzında sigara ile mikroskopla araştırma yapıp ahkam kesen bilim adamları falan maalesef ellilerin sonunda kalmıştı. Benim zamanında ceket yırtılmış, sağlık falan pek kimsenin umurunda değildi. Hemen herkes, “yıllardır köpek gibi içiyoruz bu boku, şunun şurasında üç günlük ömrümüz kaldı, köşeden bir paket cigara alalım da, körpe ceylan etine katık edelim hele emmi” derdindeydi. Kantarın topuzu iyice kaçmış; öyle ki, “Bi üfleyin ağzına yüzüne, nah şuraya yazıyorum. Sizi köpek gibi takip etmezse…” türü reklamlar almış yürümüştü. Zamanın kadın dernekleri doğal olarak tepki göstermemiş. Bu reklamda, aşağılanan, ezilen erkekler elbette. Her duyduklarına inanan amsalaklar olarak gösteriliyorlardı.

Fakat arkadaş, iki cigara kahramanı vardı ki, bunlar karıya kıza zerre kadar ehemmiyet vermiyorlar; günleri dağda çayırda at üstünde sığır götü seyrederek, cip, motor üstünde dere bayır geçerek değerlendiriyorlardı. Marlboro adamı daha bir tutucuydu. O Kuzey Amerika’nın geniş düzlüklerinden dışarıya çıkmıyor, bunaldıkça vuruyordu cigaraya. Herhalde köyünde karı kız dalgasından gurbete düşmüştü. Ama, işin içinde bir ibnelik oduğunu daha o zamanlar hissetmiştim ben.

Diğeri ise Camel adamı. Onun da karşı cinsle ilişkilerinde yaşam boyu bir başarısızlık seziliyordu. Ama, belli ki daha bir mürekkep yalamış ve paralı olduğundan oraya buraya gidiyor, Piramitler, Amazon ormanları falan hep arşınlıyordu. Deniz kıyısında karılar bakıp iç geçirirler ama takılmazdı o. Zekiydi de namussuz. Deve olayı ile bağlantılı, hoş sevimli şakaları vardı. Taa çok sonraları, Mısır’daki deve çobanları, Amazon’lardaki pigmelerle bir yere varılamayacağını anlamakla, motoru neyi satıp bıyıkları kesti, insan içine çıkılabilecek hale geldi de cinsel hayatı düzene girdi fukaranın.



Parliament erkeğini de incelemeyi düşünüyordum ama yazı çok uzuyor. Zaten, akşamüstleri, tam karanlık basarken faytonla New York sokaklarında avlanan bu hıyarın yöntemleri o kadar yapay ki, içimden gelmiyor. Onu da siz yapıverin.

Artık sigara reklamları yapılmıyor elbette. Onun yerine ellerinde mikrofon süpermarket rafları arasında dolaşarak şarkı söyleyen orta yaşlı teyzeler (Tansaş), çamaşır yumuşatıcısının kokusuna tav olmuş, oturup şişesini koklayan oğlanlar (Vernel) falan var. Allah’ıma şükürler olsun beden sağlığımız garanti altında. Akıl sağlığının mı? Koy onun götüne. Yalnız; arada sırada bay ve bayanların filmlerde ağızlarına bi şey aldıklarını görüyorum, ona bir mana veremiyorum.


Edited By Miki,