Emsallerine faiktir

Nisan 09, 2009

Ferrarisini Satan II. Filip

Canım hiçbir şey yapmak istemiyor aslında. Bir süredir yerel seçimler ve bizim mahalleye muhtar olmayı kafaya koymuş bir hıyarın seçim vaatlerini döşediği broşür ile ilgili bir şeyler yazmak niyetindeydim. Seçimler de geçti gitti. Saçma sapan bir konuda “avukatlar ordusu” ile bizim adımıza mücadele etmeyi garanti edecek bu moron hakkında bile yazmak istemiyorum. Oysa başka biri daha vardı, son haftalarda kendisi ile yapılan bir röportajı okuyup çok beğendiğim, “sadece Tom Ford giyiyorum!” diyerek Boğaz siluetine ana avrat söven bir binanın en tepe katında oturan mimar... O da olabilir bak. Fakat sonra, yakın zamanda yazıştığım bilge eski akrabamın: “…Aklı bizden daha kıt olduğunu düşündüğümüz insanlara vurmak, biraz sakat insanı dövmek veya mahallenin delisini çomakla dürtmek gibi kaçıyor…” dediği geliyor aklıma. Söylediği çoğu şey gibi bu da itidal ve sağduyu içeren saptama. Yine aynı günlerde Aydın Boysan “iyi cacık nasıl olur?”u anlatıyordu. (Bu tür tariflerin olmazsa olmazı; biz ölümlülerin aklına gelmeyecek açılarla kesilmesi gereken zerzevat, en basit baharatın mutlaka özel bir yerden toplanması gerekliliği ve ancak laboratuar ortamında sağlanabilecek karışımlar. Yoğurda katılması gereken yüzde yedi oranında -sızma elbette- ve çoook iyi çırpılması gerekli zeytinyağı falan gibi.)
Yazıda şu veya bu şekilde “hıyar”dan bahsedecek olmak iştah kabartıcı olsa da, bir kenara bırakıp basit bir gezi yazısı ile uğraşmak hem eski akrabam hem de benim için daha sakinleştirici belki .

Madrid’den çıkıp 30-40 kilometre kuzey batıya doğru dingin, kırlık Sierra de Guadarrama bölgesine gelindiğinde sağınızda, ama yoldan görünmeyen bir vadide iç savaş sırasında boğuşan taraflardan yaklaşık kırk bin kişi gömülü. İspanyol Faşist Hareketi öncüsü olan zat ve General de, vadideki neoklasik tarzda inşa edilmiş bazilikada mukim. Yapımında yirmi bin Cumhuriyetçi esir ölesiye çalıştırılarak “kefaretlerini” ödemişler. Adolf ve baş kalfa Albert Speer’in hayallerini süsleyebilecek bu granit mezranın bir atraksiyonu da yüzelli küsür metrelik yüksekliği ile yer yüzündeki en büyük haç. Esas konumuz bu değil. Görmeniz gerekli bir yer de değil, malumatfuruşluk dağarcığınıza katkısı olsun diye yazıyorum. Esas görmeniz gereken yer yaklaşık on beş kilometre daha kuzeyde Abantos Dağı eteklerindeki San Lorenzo de El Escorial adlı kasaba…
Çok güçlü, çok Katolik İspanya Kralı İkinci Filip Avrupa Kıtası’ndaki Protestanlardan “illallah” demekle; kendine bir manastır, bir Kraliyet Sarayı, soyu sopunun şöyle ağız tadı ile gömülebileceği bir nekropol ve bir okul yaptırmaya girişir. Abantos Dağı'nın graniti ve yeni dünya’nın altını bitip tükenecek gibi değildir. (Aslında hiç bu kadar uğraşmayıp Madrid’de kalıp, Calvin ve Luther’in bacaklarına birer sıktırsaydı da olurdu bence, neyse… Kral bu. En iyisini bilir.) Yapıya 23 Nisan 1563’de başlanıyor. Mimar Toledo’lu Juan Bautisa ellerine tükürüp kazmaya sarıldığı bu yıl Pieter Brueghel’de “Babil Kulesi” isimli yapıtını tamamlıyor. (Viyana’ya falan giderseniz, eh, gidip bir görmekte yarar olabilir.) Bu ikisi dışında o yıl Avrupa’da “tık” yok deyim yerindeyse. Din derdiyle birbirlerini yiyorlar. Neyse, bizim Toledo’luya ecel terzisi 1567’de don biçince, çırağı Juan de Herrera geçiyor dümene ve 1584’de, 21 yıldan kısa zamanda bir tamam bitirip, elleri göbeği üzerinde kavuşturaraktan çıkıp şuraya oturuyor. Yapının alt katında tüm bu mimari serüven, maketler, orjinal çizimler, bin bir türlü mimari alet edevat, çeşit çeşit sergileniyor. Yeterince sapıksanız mutluluk içinde sadece burada bir gün geçirebilirsiniz.
Izgara plan (gridiron) uygulandığı her yerde yazılıp çiziliyorsa da, bu ölçekte ve azamette bir yapı için 16. yy’da akla başka bir strüktür gelebilir miydi? İnsan merak ediyor hakkaten. Buna rağmen geleneksel inanç, İ.S. 3. yy’da Izgara üzerinde kebap edilerek öldürülmesi münasip görülen bir azize hürmeten ızgara plan uygulandığı yönünde!

Yapının tümü granit. Her şey, ama her şeyi granitten münasip görmüşler. Taşların işlenişi içeride ve dışarıda aynı, hafifçe pürüzlü bırakılmış. Koskoca İspanya Kralı jant kapağı gibi pas parlak, ve cilalı yapmamış. Bu tam kıvamındaki kabalık, yapının kimliğine uygun ağırbaşlı, çetin ve mütevazi tavıra tam oturuyor. Düşününce: ne zor iş, hem saray ama bir o kadar da manastır gibi fakat biraz da mezarlık vs. Çok telden çalan binalardaki bu kimlik sorununun üstesinden gayet güzel gelmiş Toledo’lu.
Dışarıdaki muazzam alan, bir tarafından Yunan haçı planlı bazilikaya cepheli hafif karanlık, basık bir avluya açılıyor.

Bu bazilikanın yaklaşık yüz metre yükseklikteki kubbesi St. Peter’inkini andırsa da, onun kadar oyuncaklı değil. Düz, ağırbaşlı Romanesk bir üslupla çok güzel becermiş işi adamımız. Dış tarafta dağı ve ovayı kavrayan inanılmaz, çok etkileyici bir bahçe var. Yapının muhtemelen dağın eteğinin en alçak noktalarından birinde, ama ovadan da yeterince yüksek. Bahçe aşağıda da devam ediyor. Sakin, dingin ve güzel. Yanı başınızda dağ, granit lenduha ve yeşil, sakin dingin bahçe. Yapının içinde Kralımızın hususi dairesi, muhtelif ölüler ve akılları fıkara bedenden söküp alabilecek güzellikte bir kütüphane var… Çeşitli yangınlarda bir bölümü yok olmuşsa da, hala sahip olduğu binlerce nadir kitap ile Avrupa'nın önemli kütüphanelerinden. Maalesef bu bölümde fotoğraf çekmeye izin vermedi Bay İspanyol Kültür Bakanı. Çok kaliteli, güzel ciltler içindeki kitaplara kek gibi bakıyoruz öyle, şöyle bir basamağa çöküp, içlerine bakmak ne kadar isterdim halbuki.

Bu güzelim yapı ile ilgili yazacaklarım bitmedi. Kültürün evrenselliği gibi, görgüsüzlük de evrensel. Abantos Dağı eteklerinde yine karşılaşıyorum bu gerçekle! Dış avludan içeri giren bir Ferrari’ye takılıyor gözüm bir an… Dar kapıyı dolduran, alımlı giysiler içindeki Madrid’li küçük burjuvalar (bilimsel olsun diye “cemiyet hayatının ünlüleri” demedim yoksa, bok her yerde aynı bok, bunlar İspanyolca konuşanları o kadar) dar kapıdan gürültü ile geçip Bazilikanın avlusuna girmeye çalışan ferrariyi seyrediyorlar. Hafif çiseleyen yağmur şiddetini artırmış olsa da, goy goy devam ediyor. Biz salak turistlere de eğlence çıkmış durumda, ben karıları tarassut ediyorum, ama yok…Bura cemiyet hayatının orospularında, bizdekilerde olan o şey -hava- yok! Bunları bir kenara bırakıp avludaki sürreal manzarayı seyretmek daha ilgimi çekiyor. Yine epey lüks, ağırbaşlı bir limuzin içerisinde gelen yavru gibi gelinin de avluya girişi ile misafirler de nikah törenine icabet etmek üzere bazilika’ya doğru ilerliyorlar.
Doğal olarak bizler davetli falan değiliz. İyice acıkmış olarak, kasabadaki et lokantalarından birine seğirtiyoruz. Yolda bir an aklımdan “ya bizim inançlı cemiyet hayatı ünlülerinin de aklına günün birinde böyle bir şey gelir mi heyvah? Nikah Topkapı Sarayı’nda Zeynep Sultan Camii’nde, mevlüd Revan Köşkü’nde. Eh, gerdekten sonra gusül abdestini de III. Ahmet Çeşmesi’nde…” düşüncesi geçiyor.Yüzümü buruşturuyorum, iştahım kaçar gibi oluyor...

Hürmetlerimle.




Edited By Miki

Hiç yorum yok: