Emsallerine faiktir

Aralık 31, 2009

Yeni Yıl Yazısı


Kaç gündür dolanıyorum ortalıkta, ulan milleti bir heyecan sarmış yine. Parfüm isimlerinin sonda sikindirik bir telaffuzla okunduğu sıska oğlan ve kız reklamları, süpermarketlerin orta yerine kocaman büyük sepetlere saçılmış, bazıları paraşüt boyutlarında kırmızı donlar çıktı ortaya (belli ki, üç beş arkadaş birleşip aynı anda giyiyorlar onu). Gazete, televizyon, blog ahkam kesicileri hepbir olmuş “geride bırakmakta olduğumuz yıl” muhasebeciliğine soyunmuş beyanname dolduruyor. Ne çok sevilen bir tema şu yıl muhasebesi. Ama ne yazık ki, yılda bir kere yapılabiliyor. Bitip tükenmez, içi bir türlü doldurulamayan bir muamma, gücünü hangi sikten aldığını anlamadığım, ama hakkaten çalışan bir perpetuum mobile.

Televizyondaki uzmanların en malumatbazı geçen gün herifin birinin önümüzdeki yıla yönelik astrolojik tahminlerini dinletiyordu bizlere. Aslında tahmin falan değil onlar. Düpedüz çözmüş, bu küçük gözleri birbirine yakın, hafif dişlek zat işi. Tak…tak…tak saydı bize geleceği. Nedense ben daha çok adamın geçmişi ile ilgilendim. Yavşaklığın üzerlerine ısmarlama takım elbise gibi oturduğu sayısız radyo canlısı “2009’un sizinçin en önemli, komik olaylarınıııı, kısa mesajla…” programları yapıyor bıkmadan usanmadan. Bunlardan birinde plastik damacanaya tecavüz ederken yakalanan bir zavallıdan bahsetti “ıınhhuahhhahha huaua” diye uluyan arkaplan gülmeleri eşliğinde.

Bu iç bunaltan tekrarlara bir de merak ögesi ekleniyor her yıl. Milli Piyango’nun ennnn ikramiyesinin kendisine çıkması durumunda yurttaşların ne yapacağı! “Bana ne senin o çıkmamış para ile ilgili planlarından. Anlaşın aranızda soranla beraber, münavebe ile sokun mikrofonu götünüze diyesim var çok miktarda. Ne yazık ki, televizyon ve radyo tek taraflı iletişim için tasarlanmış cihazlar. Soru sorulan zaten nasıl çaresiz bir mal olmalı ki ki; piyango bileti kuyruğunda bekliyor, beklediği yetmiyormuş gibi, anlatıyor da neler yapacağını.

Yeni yıl muhasebecilerinden güzide bir güruh da, sonuna dek okuyabilecek sinir sağlamlığı olanlarla yılı nasıl geçirdiklerini paylaşmaya hevesli internettegünlüktutucular. “Ocak ayında Şükrü’ye verdim. Sonra martta İhsan’a yalattım ama vermedim. Puştun teki çıktı. Temmuzda Hulusi ile Palandöken’e kaymaya gittik, bi mal var allahsiziinandırsın. Yıl sonu aritmetiği: elde kaldı üçün biri, eh bu da yeter” ciler.

Mülki amir alınacak tedbirlerden söz ediyordu sabah. Bilmem kaç bin üniformalı polisin yanı sıra insan kılığında olanları da bulunacakmış ortalıkta. Yanından ekşi bir ter kokusu ile geçip giden esmer ve ama beyaz sakalı dizlerine kadar Noel baba, hapçı otopark değnekçisi, Taksim Meydanındaki kalabalıkta götü avuçlanabilir turist falan… Onlar hep kolluk kuvvetlerinin temsilcileri olabilir. Yüreklere su serpen bi durum bu.
Ne Haliniz Varsa Görün!

Edited by Miki
Fotograf : BvP

Aralık 27, 2009

Eski Çağ Kentlerini Gezmek İçin Bir Rehber

Yirmi küsur yıldır, normalin üzerinde turistik bir merakla  Batı Anadolu’daki “harabeler”i dolaşmak yazılmış alnımıza. Bu gezilerin çoğunda da, “ulan benim gibi merak edip te, nereden başlayacağını bilemeyen ihvanlar var’mola?” diye düşünürüm. İşte size benim kadar hıyarsanız yararlı olabilecek bazı öneriler. Dediğim gibi, bu öneriler konuya ciddi olarak ilgi duyan insan evlatları için.

- Gezeceğiniz yerin tarihsel coğrafyasını öğrenin! Son derece banal görünse de, anlam içeren bir öneri. Çoğu en az iki bin yıldır var olan bu yerleşim alanları konusunda gerçekten bilinenlerin ne kadar az olduğunu da göz önünde bulundurursanız, öyle çok da ağır bir iş değil. Bugün yazılanların çoğu Strabon’un yazdıklarının tekrarı. Adamcağız her kentle ilgili bilinmesi gerekenleri kısaca - ama, doğru ve yeterli - anlatıyor. Cennet yurdumuzu 17. ve 18. yüzyıllarda ziyaret eden Avrupalıların yazdıklarını da yabana atmayın. Özellikle Batı Anadolu’da akarsu havzalarındaki yerleşimlerin çoğu, geçen çok uzun süre içerisinde ciddi topografik değişikliklere uğrarlar. Bugün Ephesos, Klaros ve Milet’te bu durum çok belirgindir. Örneğin Milet’i gezerken, bir zamanlar kıyılarında önemli bir deniz savaşının olduğu Lade Adası’nın ilerideki alçak, sevimsiz tepe olduğunu bilmek, limanların yerlerini sezmek, kentin boyutlarını kavramanıza, denizle ilişkisini ve bir zamanlar neden bu kadar zenginleşip, önem kazandığını anlamanıza yardımcı olacaktır. Mal gibi oraya buraya koşturarak neyin ne olduğunu anlamak - tabii umurunuzda ise - pek olası değil.

- Neyi görmek istiyorsunuz? Dolaştığınız yerlerde, duvar dokusu, plan ve bezemeleri birbirinden epey farklı yapı kalıntılarına rastlarsınız. Kaba bir hesapla on beş on altı yüzyıl boyunca inşaat yapılmış bu alanlarda yapılar çoğunlukla birbirlerinin üzerine inşa edilir. Klasik dönemde yapılmış bir tapınağı Romalılar arkadan da bir giriş açıp, ortadan ikiye bölerek kullanmış, daha sonra Bizanslılar abuk sabuk başka eklentiler ve kötü, ucuz tuğla ile (nedense, bana çok itici ve süfli gelir o tuğla duvar yığınları. Acıklı bir fakirlik sezilir.) duman etmişlerdir güzelim yapıyı. Bu gün önemli ve popüler kentlerde gördüğünüz ayakta kalmış büyük, görkemli yapıların büyük çoğunluğu Roma döneminden kalmadır. Örneğin Ephesos’da adını çok duyduğunuz, malı taa İ.Ö. 6. yüzyılda götürmüş görkemli Artemis tapınağından kalanlar pis bir hayal kırıklığıdır. Ama Asia eyaletinin başkenti, Roma valisinin sürekli ikametgahı Ephesos’dan görebilecekleriniz ise… Eh, Roma şeyine merakınız varsa, fena değildir. Gerçekten az çok olduğu gibi kalmış, dokunulup orası burası kurcalanmamış bir Helen yerleşimi arıyorsan, çok ararsın hemşerim, çoook. Ama, mesela Priene bu tarz bir kent. Neyi görmek istiyorsunuz? Diye sorarken bilmem anlatabildim mi?

- Temel kavramlardan haberdar olun. Hadi daha basit söyleyeyim: Bir Arkeoloji sözlüğü edinin demek istiyorum. Eğer bu işle ciddi olarak ilgilenecekseniz, elinizin altında bulunması gerekli bir avadanlık. Basit kronoloji, temel yapı öğeleri vs. hakkında bilgiler her zaman lazım olacak. Bir tiyatronun bölümleri neler? Yerde gördüğüm şu üzerine yapraklar işlenmiş prizmatik taşlar yapının neresinden düşmüş. Stylobattan her yöne görüşme yapılabiliyor mu?

- Donanımlı Olun/Akıllı Olun/ Kaydedin. İnsan evladı olma hasebiyle donanımlı olmak zaten boynumuzun borcuysa da, burada daha hususi bir şeyden söz ediyoruz. Gezinize başlamadan önce yapılacak ev ödevinden bahsetmiştim. Biraz daha bahsedeceğim (ad nauseam). Görülecek, görmeyi istediğiniz malı ve özelliklerini belirleyip bir deftere not alın. Pahalı, büyük kitapları oralarda dolaştırmak havalı olsa da, sürekli rüzgar, koyacak yer olmaması, terli, pis ellerle mıncıklamak pek akıllıca bir iş değil. Bu not defterine gördüklerinizi, ilginizi çeken yerleri noktaları not alın… Önünden geçip gitmeyin. Fotoğrafını çekmenin, ölçmenin, yönünü tespit etmenin tüm bunların, eve döndüğünüz zaman ne kadar işe yarayacağını göreceksiniz. Bir süre sonra elinizde bir arşiv oluşur ve bu birikim ile karşılaştırmalar yapmak, yeni şeyler öğrenmek her zaman mümkündür.

- Bir “Müze Kart” edinin. Ver yirmi kaadı, arslanlar gibi göğsünü gere gere orada burada istediğin kadar sürt. Türkiye Cumhuriyeti Hükümetlerinin arkeoloji meraklısı vatandaşlarını söğüşlemeye tenezzül etmediğinin kredi kartı boyutlarındaki kanıtı. Al, koy cüzdanına bir tane.

- Yanınızda su ve şapka bulundurun. Sağlam ayakkabılarla yola koyulun. Al sana salakça bir öneri daha! Dolaşacağınız yerlerin çoğu, uzun bir yürüyüş için oldukça yorucu, çorak ve konforsuzdur. Kültür Bakanı da, sizin için etraftaki yabani otları biçtirmek, küçük şık büfeler, soğuk su sebilleri koydurmakla uğraşamayacak kadar meşgul bir şahıstır (hoş bunların çoğu müzelerde bulunmaz ya, ama en azından tuvaletten suyunuzu içebilirsiniz). O yüzden, güneşten korunacak bir cihaz ve içecek su bulundurmak basit ama işe yarayan bir önlemdir.
Bu yörelerin çoğunda kazılar uzuun yıllar önce bitirilmiş, ortalık bok gibi bırakılmıştır. Kimse ilerde oralarda sekeceğinizi düşünmez. Derin açmalar, sondaj çukurları, bazen hiç açılmamış, ne olduğu paslı bir tabela ile anlatılan taş yığınları, zaman zaman keçilerin sıçmasından alanı korumak için muhtemelen 1950’lerde oraya konmuş dikenli teller… Öyle parmak arası terliklerle falan zebun olursunuz. Sağlam bir lastik ayakkabı, daha iyisi; bot giyip bana hayır duası edin. Dikkat: Bu öneride kantarın topuzu kaçmaya müsaittir. Duruma uygun giyineceğim diye, abuk sabuk televizyon programlarındaki gibi, elde deri kaplı defter, soytarı şapkası, yelek, vs ile mücehhez, gülünç bir İndiyana Cons kopyasına dönüşme tehlikesinin her daim var olduğunu da unutmayın!

- Yönleri öğrenin. Basit, ama yararlı bir öneri. Özellikle doğu ve batı, dini nitelikli yapıları kavrayabilmek için önemlidir. Genel kural olarak; engelleyici, zorlayıcı bir neden yoksa, Tapınak girişi batı yönünde olup, Cella’da oturan beyefendi veya hamfendinin (tanrı veya tanrıça da denir) kıçı doğuya yöneliktir. Ayrıca, bu kentleri inşa edenler hiçbir şeyi nedensiz yapmadıklarını; yapı gruplarının denize, akarsulara ve diğer doğa şekillerine göre belirlenmiş olduğunu, rüzgar yönlerinin, güneşin konumunun onlar için çok önemli olduğunu – ne salaklar değil mi? - düşünürseniz, bu konuya da eğilmekte yarar var.

- Malınızı tanıyın! Manken ve şarkıcılar nasıl temel iştigal konuları olan kereste hakkında sonsuz bilgiye sahipseler, sizin de temel yapı malzemesi olan taş hakkında bir şeyler bilmeniz gerekir. Tüm bu yapıların ana malzemesi ve görebileceğiniz yegane kalıt taşdır işte...Bu kadar basit. Temel özellikleri, doğası ve çeşitleri hakkında bilginizi arttırın.

- Son Öneri: Müze ve ören yeri bekçilerine delikanlı olun. Müzeleri, kuş uçmaz kervan geçmez yerlerdeki paha biçilmez ören yerlerini bekleyen bu insanlar kentli züppeliğinizle algıladığınızdan daha civanmert, akıllı ve iyi insanlardır. Genellikle ören yeri yakınlarındaki kasaba ve köylerde otururlar ve genellikle, yaptıkları işi severek yaparlar. Onlara iyi davranmak, saygı duymak borcunuz olduğu kadar yararınıza da olabilecek bir davranıştır. Bazen kapalı olan bir salonu açarlar. Bazen, arkasının nasıl olduğunu merak ettiğiniz bir steli sizin için çevirirler. Mesela, Milet’te liman yakınlarındaki hamamın içinde, duvarlara çizili o inanılmaz gemi resimlerini onların izni olmadan görmeniz pek olası değildir. Bindokuzyüzseksenlerde Bodrum Müzesi’nde çalışırken dost olduğum (hiç unutmam, Harika Avcı’nın Pleymen’e kapak olduğu yaz), Jawa motosikletiyle ufak koylara balık avlamaya gittiğimiz, beni bayramlarda evlerine yemeğe davet eden müze bekçileri halen ve ilelebet kankalarımdır.



Saygılar Sunarım,

Edited By Miki,
Turist bir teyze tarafından çekilen ayak fotografları dışında tümü BvP

Aralık 20, 2009

Köpekleşiniz!


Hayvanları severim. Kollarının incecik uçlarıyla bir şeyleri kavrayan güzel gözlü zarif ahtapotları (hayatınızda hiç canlı bir ahtapot gözlerini dikip size bakmamışsa... Eh, o sizin hıyarlığınız), evimizin önündeki ev yıkıntısının girintilerinde cıvıldayıp, hoplayarak koşuşturan yuvarlak kafalı, parlak tüylü ve çok zeki kargaları, sıcak bir günde beton dökülmüş bir rampadan inatla yukarı çıkmaya çalışan küçücük yılanı, minik kurbağaları. Tüm bu canlılardaki zarafeti, güzelliği görmek bana iyi gelir. Onların üçgeli bir telefonla bilmemne sike bağlanmak, budalaca kendi fotoğraflarını çekmek yerine, üzerine işemek veya gagalamakta vücut bulan, gelişkin mizah duygularını da severim.

Bir de sokak köpekleri var. Hani şu, tatlı kahverengi kısa tüylü, ağız ve burunları siyah, kocaman gözleriyle hep kırgın bakanlar. Her yerde bulunur onlardan. Kasaba giriş çıkışlarında deli gibi arabanızın yanından koşup, tekerlekleri dişlemeye çalışanları da mevcuttur. Genellikle sağanak yağmur altında sırılsıklam dolaşacak kadar ahmak, evde beslenen hemcinsleri gibi gözünüzün içine baka baka sokağın ortasına sıçmayacak kadar da akıllıdırlar.

Her gördüğüm yerde onlara bir selam sarkıtmak hoş olur. Asansörde karşılaştığın komşun “günaydın” deyince yüzüne boş boş bakar da, hiçbir “köpek” selamını karşılıksız bırakmaz. En ufak sevgi kırıntısına gösterilen bu içten sevince, ne yapılacağı bilinmez halli çoşkuya “köpekleşmek” der ya insanoğlu, içi cız ettiresi bir orospu evlatlığıdır ortaya konan. Başka bi bok değil.
...
Geçen kış Büyükada’da, yukarılara doğru eş dost, çoluk çombalak yapılan bir yürüyüşte (nedense böyle yerlere gidilince hep bir gezip dolaşma, yeşillikteki mucizeyi arama, bünyeye bulama isteği belirir. Aslında anlamsız bir yorgunluktur. Otur iç biranı işte,  niye kalkıp dolaşırsın?) iki tane sağlam arkadaşa denk geldim. Biraz hırpani ve hırt görünüşlü ama yürekleri gül bahçesi bu beyler – ki, isimleri muhtemelen “Hayri” ve “Battalboy” olabilirdi - hoşbeşten sonra bizimle birlikte bu anlamsız yürüyüşe katılma alicenaplığını gösterdiler. Biri önde diğeri arkada, biz dangalak insan evlatlarına sahip olarak epey yürüdük. İyice yorulup, yeşil mucizenin bizlerde bisike yaramadığı anlaşılmaya yakın, kısa yoldan binalara, at idrarı ve faytoncu teri kokan yollara ve sakızlı un kurabiyesi pastanesine kavuşma isteği belirdi çoğumuzda. Millet yoldan ayrılıp çam ağaçlarının iğneli yaprakları ile iyice kayganlaşan dik patikalarında maymunluk ederken benim dostlar Hayri ve Battalboy çatallaşarak ikiye ayrılan yolun, gerçekte bizi çabucak ve yorulmadan aşağıya indirecek bölümünde bekliyorlardı. Yemin ediyorum, önerilerini dikkate almayıp bildikleri yoldan gitmeye kalkan ve madara olanlara yönelik; “olm var ya, mal lan bunnar” alt yazısı geçti o gözlerden…
...
Bu yaz sonunda yolumuz İç Ege, Denizli Menizli derken, Pamukkale’ye düştü. Pamukkale dediğin yer maskaralığın kitabını yazmış ya, haydi Hierapolis’in yüzü suyu hörmetine görmezden gelip yokmuş gibi yaptım (“Artemis Restorant” önlerinde, kerane çığırtkanı tavırlı heriflere katlanamıyorum artık). Yukarıdaki kaynaklardan her yıl gittikçe azalarak akan su aşağılarda bir yerde güzel ve berrak bir doğal havuz oluşturuyor. Ördek ve kazların yüzdüğü bu sakin suyun kıyısında dinlenirken karşılaştım onunla. Sokak köpeklerinin kendilerini seven, adam yerine koyanları arayıp bulmada inanılmaz bir yetenekleri var. Bu parlak kısa tüylü, tertemiz delikanlı, gelip neşeyle önüme oturdu. Faruk’muş adı. Güzel kafasını okşayıp, bir yandan dinginleşen havanın, batan güneşin ve hiçbir karşılık beklemeden bana sunulan bu dostluğun tadını çıkardım. Hava iyiden iyiye kararmaya yüz tutunca kalktık. Bizle kalktı tabii, arabaya gidip, arka koltuğa bir şeyler koymak için kapıyı açtım. Arka koltuğa geçip oturmak için (“it oturumu” denir. Bildiniz mi?) belli belirsiz bir hamle yaptı! Yüreğim bombok oldu ossat.. Götüremezdik ki onu, gitmeyi düşündüğümüz yerlere. Dostuna bu kadar güvenip, onunla birlikte neresi olursa gitmeye anında karar veren arkadaşıma bakıp, birine hakaret için “köpekleşme!” demişlere/halen diyenlere/ilerde diyebilecek olanlara ana avrat sövdüm.



Köpekleşmeniz dileklerimle,



Edited By Miki,



1. Fotograf: Soldan sağa, Battalboy, BvP, Hayri. Nisan 2009, Büyükada
2. Fotograf: Soldan sağa, Pamukkale’li Faruk, Bvp. Eylül 2009, Pamukkale,

Aralık 10, 2009

The First and the Last


Alman Hava Kuvvetleri (Luftwaffe) Generali Adolf Galland, kurgu kahramanlar gibi İspanya İç Savaşı ve tüm ikinci Dünya Savaşı süresince, 1939 eylülünden 1945 mayısına dek Alman Hava Kuvvetleri'nin her kademesinde görev yapmış, çok önemli olaylara tanıklık etmiş bir subay. Uçağının kokpitine elektrikli sigara çakmağı koyduran, ağzında yanar puro ile savaş uçuş görevine çıkan Galland ancak çizgi romanlarda veya Hollywood filmlerinde rastlanacak maceralarla dolu bir beş yıl geçirdikten sonra, savaşı sağ olarak bitirip, 1953’de anılarını yazmış. Almanca'dan Mervyin Savill tarafından yapılmış İngilizce çeviriye Douglas Bader[1] tarafından bir önsöz eklenmiş. (Fotograftaki Miki amblemine dikkat!)


Fransa üzerinde düşürülen ünlü İngiliz av pilotu Douglas Bader’in Galland tarafından filo üssünde misafir edilerek, Me109 av uçağını incelemesine izin verilmesi ve uçağa biraz yakıt konularak, pist üzerinde bir kaç tur atma teklifi ! oldukça eğlenceli bir dille anlatılmış. Bader’in ihtiyaç duyduğu takma bacakların geçici bir ateşkes ile, Kraliyet Hava Kuvvetlerine ait bir bombardıman uçağı tarafından üsse atılmasını sağlayan Galland bu hengamede üslerinin bombalanışından duyduğu hayal kırıklığını da saklamıyor.

Önsöz, bu olayı tekrar gündeme getirmesi ve İngiliz bakışının ötesinde bence daha büyük önem taşıyor. Bader; Savaştan 10 yıl sonra, Nürnberg duruşmaları ile ilgili anıların hala oldukça tazeyken, “Tepenin diğer tarafındaki” [2] önemli oyuncuların gerçekleri örtbas etmeksizin, propaganda amacından uzak, yapılanları anlatmasının savaşı kazanan ulusların gerçeği tümüyle görebilmesin açısından önemini vurguluyor. Galland bunu sağlayanlardan biri olarak, daha sonraki yıllarda da uluslararası önem ve saygınlıkta biri olmaya devam etti.

Kitapta anlatılan, yayınlandığı yıllar da belki çeşitli kaynaklardan teyit edilemediği için şüpheyle karşılanan olaylar, günümüzde İkinci Dünya Savaşı dönemi Alman Hava Kuvvetleri tarihiyle ilgilenenlerin genel bilgilerinin temelini oluşturmakta.

İngiltere Savaşı sırasında Almanya içlerine çekilen filosu ile dinlendiği dönemde, çağrılı olduğu doğum gününe birer kasa şampanya ve istakoz götürdüğü sırada hava savaşına tutuşup üç İngiliz Spitfire’ı düşürüşü ve gideceği alana gövde üstü iniş sırasına “amman, bizim istakozlara bir şey oldu sakın ?” Türü inanılmaz olayları da anlattığı toplam 36 bölümdeki anılar inanılır gibi değil, ama gerçek işte… Yalan mı söylüyor herif yani ? Uçuş eğitimi sırasında geçirdiği bir kaza sonucu hastanede 3 ay geçiren Galland hastaneyi kırık bir burun ve sol gözünün korneasında kalan cam kırıklarının sebep olduğu ciddi bir görme bozukluğu ile terk ediyor. Bürokrasi ormanında kaybedilen “uçuşa uygun değildir” raporu, yaklaşık bir yıl sonra geçirdiği 2. bir kaza ile tekrar ortaya çıkıyor! Görme testlerini ezberleyerek, doktorları atlatan Galland tekrar pilotluğa dönüyor.

İspanya İç savaşı ve bu savaşta tanıştığı Werner Mölders[3] , Polonya’ya saldırı ve mayıs 1940 da kazandığı ilk hava zaferi, kitabın ilk bölümlerinden.

İngiltere Savaşını incelediği bölüm, sonraki yıllarda konu ile ilgili çalışma yapanların temel aldığı bir metin. Bu savaşın kaybediliş nedenlerini son derece yavaş ve savunma silahlarından yoksun Ju-87'nin yanlış kullanımı, büyük umutlar bağlanan Me-110 çift motorlu av uçağının teknik yetersizliği ve kendilerinden oldukça yavaş bombardıman uçaklarını korumak uğruna avcı uçaklarının hareket serbestliğinin kısıtlanışı, gibi teknik ve taktik hatalara bağlıyor. Bu gün de konu ile ilgili hemen hemen herkesin fikri bu doğrultudadır. Bu bölümde dikkatimi çeken nokta, belki de bu kararların alınışında anahtar konumda olanların hala hayatta oluşu nedeniyle, eleştirilerin oldukça yumuşak tutulmuş olması.. Bir kaç yerde, yanlış anlaşılmak istemediği, kimseyi suçlamak niyetinde olmadığını da vurguluyor…Bugün bu konudaki eleştiriler daha net ve sert olarak yapılmaktadır.

Korkutucu bir stratejik hata olarak gördüğü, Sovyetlere açılan savaş ile ilgili ayrı bir bölümde yakın arkadaşı Werner Molders’in bu savaşı heyecanla onaylayışını ve Doğu Cephesindeki savaş şartlarını anlatıyor.

Kitapta ayrıca Alman Savaş gemileri Gneisenau ve Scharnhorst’un İngiliz Kanalını geçişi, İngiltereye kaçan Nasyonal Sosyalist Partisi’nin güçlü adamı Rudolf Hess’in uçağını düşürme çabaları gibi konulara da yer verilmiş.


Kitabın yarıya yakın bölümü doğal olarak, değişen savaş şartları neticesinde Almanya’nın saldıran taraf olma özelliğini kaybedip, savunmaya geçişi ile ilgili; İngiliz Hava Kuvvetleri ile gece savaşı, Amerikan Hava Kuvvetlerinin endüstri üretimi merkezlerini hedef alan gündüz bombardımanları ve Alman Hava Kuvvelerinin bu akınları durdurma konusundaki umutsuz çabaları insanın içini burkan bir şekilde anlatılmış. Alman Hava Kuvvetlerinin avcı biriminden sorumlu kişilerin başında gelen Galland, kendi hataları olsa da, Almanya üzerindeki savaşta temel sorunu, Hava Kuvvetleri Komutanı Hermann Göring’in zayıflayan otoritesinin yarattığı vakumu doldurmaya çalışan “diğer” güç odaklarına bağlıyor! Maalesef bu güç odaklarının ne olduğu pek belli değil. Göring ve Hava Kuvvetlerinin içinde bulunduğu umutsuz durum göz önüne alındığında günah keçisi olarak seçildiğini düşünüyor. En azından 1950’lerde...

Sanırım ilk defa bu kitapta ve ilk elden anlatılan olaylardan biri de; “Jet Avcı Uçağı Trajedisi” başlıklı bölümde anlatılan, 1943 Aralığında şahit olduğu Adolf Hitler ile Hermann Göring arasında geçen konuşma. Adolf Hitler’in Me262 avcı uçağının bomba taşıyıp taşıyamayacağı ile ilgili soruya Göring’in verdiği “teorik olarak evet, 500 hatta 1000 kilograma kadar bomba taşıyabilecek güçtedir” cevabı Avcı Uçağı olarak çok büyük potansiyele sahip bu mükemmel uçağın belki de Alman Hava Kuvvetlerinin kaderini değiştiriyor. Anlatımına göre, yüksek süratli ve bombardıman amaçlı tasarlanmamış, bu konuda hiç bir teknik donanımı olmayan Me262 ile ilgili gerçekleri açıklamaları için, ne Galland’a ne de uçağın tasarımcısı Willy Messerschmitt’e fırsat verilmiyor. Üstelik bu uçağın “blitz bomber” potansiyelini göremedikleri için bir de fırça yiyorlar!

Kitabın son bölümünün adı tahmin edebileceğiniz gibi “the last”... Teğmen Rütbesi ile Filo komutanı olarak başladığı II. Dünya Savaşını çeşitli ayak oyunları sonunda sürgün edilerek Korgeneral rütbesi ile, gene Filo Komutanı olarak bitirişindeki buruk ironiyi, Bağımsız Avcı Birliği JV44 komutası ile geçen savaşın son günlerinde yaralanışını anlatarak bitiriyor.

Bence tartışılır tarafları olsa da, çok ilginç ve Alman Hava Kuvvetleri tarihine ilgi duyanların okuyup kitaplığında bulunması gereken bir “faideli eser”. Bu kitap büyük bir şans eseri tam elli yıl sonra haziran 2005 de tekrar basıldı. Cerberus Publishing, ISBN 1841450200, internet üzerinden satış yapan kitapçılarda bulunuyor.


The First and the Last
Galland Adolf
Methuen & Co. Ltd., 1955




Okumakla Adam  Olunsaydı...


--------------------
[1]Daglıs Beydır da sıkı heriftir haaa. Av pilotu olmak için bir parça yaşlı ve ciddi bir sağlık sorunu olmasına rağmen (tevellüdü 1910. 22 yaşında da bir havacılık kazası sonucu iki bacağı kesilip, protez takılıyor), ağustos 1941’de düşürülene dek 22 Alman Uçağının hakkından gelmiş.

[2]Bu laf, yani; “Other Side of The Hill” terimi, savaştan sonra bir İngiliz askeri tarihçi Liddell Hart tarafından yazılan önemli bir kitabın adı. Savaşın askeri hikayesi, kaybetmiş olan tarafın önemli aktörleri tarafından anlatılıyor. Zamanının çok mühim bir kitabı. Bunu da ifade edeyim.

[3]Şimdi bu adamı anlatmaya çok üşendim. Okuyanlar içinde hakkaten merak eden varsa, ya internetten baka, ya da bana e mail göndere. Uğraşamayacağım şimdi. Hem, yazının konusu Mölders değil ki !

[4]Alman Hava Kuvvetleri avcı uçaklarından sorumlu General Adolf Galland’ın Hermann Goering ile düştüğü fikir ayrılıkları sonucu görevden alınması, General Adolf Galland tarafından kurulan en ünlü jet avcı filosunun doğuşuna sebep oldu. (Jagdverband 44, Jv44) O’na bu iznin verilmesinin sebebi kendini öldüreceğinden emin olunmasıydı. Savaşın son aylarında gerçekleşen bu olay, inanılması zor, ancak macera filmlerinde rastlanacak türden pilotları bir araya getirdi. Filoya atanan veya gönüllü olarak katılan pilotlar arasında iki albay, bir yarbay, 5 binbaşı ve 2 yüzbaşı vardı (Filo komutanınızın da 103 hava zaferi sahibi bir General olduğunu unutmayın !, )
Pek çok pilot hastane ve dinlenme evlerinden toplandığı için Filoya şaka yollu “uçan senatoryum” da deniyordu. Pilotların hemen hepsi Alman Ordusundaki en yüksek nişan ve madalyaların sahibiydi. Öyle ki, bu filoya atanmak için en az bir “Şövalye Haçı”nız olması gerektiği söyleniyordu. Filo savaşın son günlerine kadar görevini sürdürdü, Kullanılan uçak Messerchmitt 262‘ nin güvenilmez motorları, yedek parça sıkıntısı, yakıt yetersizliği, kalkış pistlerinin sürekli hasar görmesi gibi nedenler bu değerli pilotların bir kısmının savaşın son günlerinde akılsızca ölümüne sebep olduysa da, savaş sonrası yıllarda bu girişim, içinde yer alanlara dünya çapında bir ün kazandırdı.




Aralık 09, 2009

Temel Reis ve Ceviz Ağacı


Balık-Adam - BEN, BİR CEVİZ AĞACIYIM GÜLHANE PARKINDA.
Ben  -  Bir kerreste yani ?
Balık-Adam  -  Yok ! Ceviz ağacı soyludur…Ceviz bu yarraam… Kilosu kaça haberin var mı ?
Ben  - Sebze değilsin?
Balık-Adam  - Sebze deyince: Temel Reis vardı. Ispanak yerdi o gerçi. Çocuk aklımla Temel Reis’i laz sanırdım. Trabzon’lu bir kahramanın hikayeleri. Yaş tabii beş falan.
Ben  - Değilmiymiş ?
Balık-Adam  - O çirkin karıda ne bulduğunu hiç anlayamadım. Soğudum heriften.
Ben  - Ulan, herif sanki Brat Pit mi ?
Balık-Adam  -  E, Temel Reis abi, teknesi var, şeyi var. Eli ekmek tutuyo. Kimseye muhtaç etmez, evini barkını bilir. Ispanağı yiyince sabaha kadar çakar!
Ben - Ehhh be bilader.

Aralık 05, 2009

Cranwell Hatıraları


Emekli Kurmay Albay Canip Orhun 2002'de İstanbul’da öldü. Ölümünden sonra çocukları tarafından yayınlatılan anıları, onun İkinci Dünya Savaşı sırasında, Kraliyet Hava Kuvvetlerinde uçuş eğitimi için İngiltere’ye gönderiliş ve bu ülkedeki yaşam öyküsüne ait günlükler. Ciddi bir yayınevi tarafından basılan ve özenli bir düzelti sürecinden geçtiği anlaşılan anıların büyük bir bölümünü oluşturan gidiş öyküsü gerçekten çok ilginç. Savaş nedeniyle, Avrupa ve Akdeniz’den ulaşımın son derece tehlikeli[1] olması nedeniyle Canip Orhun’un da içinde bulunduğu kafile, Adana – Halep – Beyrut ve Kahire üzerinden Süveyş Kanalını geçerek, Cibuti üzerinden bu günkü Tanzanya’nın eski başkenti Darüsselam’a geliyor. (Düşünün: 1943’de Tanzanya....yani, eski Alman Doğu Afrikası !) Durun, yolculuğun daha yarısına bile gelmedik. Buradan Madagaskar’a geçiliyor. Madagaskar üzerinden Ümit Burnu geçilip Batı Afrika kıyılarından, sonunda 15 Haziran 1943’de Liverpool’a ulaşılıyor. Bir martta Ankara'dan başlayan bu eski tabirle “akıllara durgunluk veren” dört aylık yolculuk ve sonrası, aslında 21 yaşında bir gencin bin dokuz yüz kırklar Türkiye’sinde başına gelebilecek en iyi şey. Yolculuk süresini etrafındaki kişilerde pek rastlanmayacak bir bilinç ve duyarlılıkla gözleyerek, öğrenerek, kendini eğiterek geçiriyor.

Gerek yolculuk gerekse İngiltere’de geçirdiği aylara ilişkin bu anılarda kimi zaman içinde bulunduğu “zamanlar” a özgü naifliklere rastlansa da, çevre ve kendi ile ilgili gözlemleri oldukça nesnel. Canip Orhun belki kafiledeki en başarılı öğrenci değil ama, en duyarlı bilinçli ve sanırım da en yakışıklı subay adayı! Gelişmiş bir batı toplumunda kadın erkek ilişkilerinde yer alan serbestlik, (bu serbestliğin bolca tadını çıkardığı da satır aralarında keyifle seziliyor) Sosyal ilişkiler, sağlık, teknoloji, ama herşeyden önemlisi insan malzemesinin kalitesi onu derinden etkiliyor. Kitabın tümündeki bu “farkında oluş” çok etkileyici açıkçası.

Bin dokuz yüz kırk beş baharında eğitimini bitirip yurda döndükten sonra, batı dünyasında bir süre yaşayıp dönen her Türk aydınının yaşadığı bunalımı yaşaması kitabın buruk olan tarafı. Atandığı birlik, yaşadığı kent, çevresindekilerin hayata karşı tavrı karşısında nasıl derin bir mutsuzluğa gömüldüğünü okumak oldukça üzücü... Anılar ekim 1945 tarihinde sona eriyor. (Belki de basılan bölümü) Fakat, bu travma ve belki beraberindeki isyan duygusu 1960’da Kurmay Albay Rütbesi ile ordudan ayrılışına dek sürmüş gibi görünüyor.

Bu anılar tipik havacılık veya pilot öyküleri içermiyor. İçinde öyle; “Paşa’nın elini öptüm. Bak oğlum, sen bizin en iyi subayımızsın, Hadi, yüzümüzü kara çıkarmayasın dedi” veya, “Bir atışlar yaptım Las Vegas’ta, aklınız durur. Ertesi sabah Amerikalı subaylar yanıma gelerek, aferin sana Captain dediler” tipi kurgular yok. Ama; sıradan olmayan bir subayın, sıradan olmayan zamanlar ve mekanlara ait anıları ilginizi çekiyorsa, mutlaka okuyun...


Cranwell Hatıraları
Bir Havacı Teğmenin Güncesi
Orhun, Canip
Yapı Kredi Yayınları, 2004



Okumakla Adam Olunsaydı…





________________________________________

[1] İngiltere’ye İkinci Dünya Savaşından önce sipariş edilen denizaltıları teslim almak üzere gönderilen Deniz subayları ve eğitim için seçilmiş 20 Hava Harp Okulu öğrencisi ve bir grup sivilden oluşan 200 kişi Refah şilebi ile, Mersinden Port Said’e gitmek üzere yola çıkarlar. Haziran 1941. Limandan 50 mil açıkta bilinmeyen bir ülke denizaltısı tarafında torpillenerek batırılan, Köhne, telsizi bile olmayan Refah şilebinden sadece 32 kişi kurtulmuş, 168 kişi boğulmuştur. Ciddi bir ihmal sonucu yaşanan bu olay yakın tarihimizde “Refah Faciası” olarak bilinmektedir.

Aralık 04, 2009

The World's Worst Weapons

Bay Dougherty “Dünya’nın En Kötü Silahları” adını verdiği bu ufak boyutlu kitabında bize insanlık tarihi boyunca üretilmiş en kötü 150 adet silahı tanıtmaya söz veriyor. Arkadaki bu taahhüt, zaten ön kapakta ziyadesi ile vücut bulmuş. Kitabı sipariş vermeme sebep olan da bu akıllara ziyan, ne olarak adlandırmak gerektiğine pek karar veremediğim şey… Aralarında akrabalık ilişkisi olan bir kumbara ve uçak çiftleşmiş gibi!

Toplam 320 sayfada neler yok ki… Anlaşılan iyice gırgıra alınmayıp biraz bilimsel olsun diye beş bölüme ayrılmış. Nispeten kronolojik bir sıra izlenerek; önce piyade silahları, kara araçları ve toplar, uçak ve füzeler, gemiler ve diğer deniz silahları en sonda da adamın iyice ipe sapa gelmezleri “çeşitli silahlar” deyip toparladığı bir bölüm var.

Kitapta yer alan bin bir türlü hıyarlık sonucu üretilmiş tüm bu cihazların tümü benim başta sandığım ve düşünmekten zevk aldığım gibi, Fransız ve İtalyan mucizeleri değilmiş… Hemen her ulusun katkısı var. Tam bir sayım yaparak size bu konuda kesin bir kanıt sunamıyorum ama sanırım bu iki ülke kadar, belki de daha fazla Amerikan ve Alman mucizesi de mevcut. Doğal olarak İngilizler de onlardan aşağı kalır değil. Üstelik İngiliz yaratıcılığı öyle pek sınır falan da tanımıyor. Kapak resmi olmaya hak kazanan “Sizarre-Berwick” Zırhlı Aracı mesela… Ama bununla da yetinmemişler doğrusu.


Özellikle İkinci Dünya Savaşı yılları ve savaş sonrası ilk 10-15 yıl bu konuda oldukça verimli geçmiş. Savaş ganimeti Alman teknolojisinden arak hidrojen peroksit tahrik sistemli denizaltılar (1954), patlayıcı dolu fıçıları kıyılara çıkartma yapacak düşman güçlerinin üzerine saatte 100 kilometre süratle yollayacak roketli tekerlekler “Panjadrum” (1943), “Skybolt” havadan yere nükleer füze (1962), arkasındaki dört namlulu görkemli taretin bir it dalaşında düşman uçakları ile başa çıkabileceğine ciddi olarak inanılan tek motorlu av uçağı “Boulton-Paul Defiant” (1939) gibi…(Eğer pilot kendine saldıran düşman uçaklarının arasında sağa sola kıpraşmadan düz bir bir çizgide uçabilse bak sen gör o vakit arkadaki taret neler yapacak). Aslında İngiliz listesi oldukça uzun da, ben diğer uluslara haksızlık olmasın diye kısa keseyim dedim.

Saçmalık konusunda Amerikalılar da pek aşağı kalır değiller. On dokuzuncu yüzyıl sonlarında dinamit atan toplardan tutun da, atom enerjisi ile çalışacak bombardıman uçağı NB-36H’a dek. Burada adamların belini büken önemsiz sorun reaktörün olası zararlı etkilerinden mürettebatı koruyacak dört tonluk kurşun plaka ile 120 santim kalınlığındaki kokpit camının ağırlığı, yoksa, olmayacak bir şey değil.

Saatte bin kilometreyi zar zor geçebilen ve bir şırınga ya da sustalıyı andıran tasarımdaki X-3 “Stiletto” uçağı da bu kitapta kendine mümtaz bir yer ediniyor. Başka sapıklıklar da var. Daha önce hiç görmediğim Mach3 süratlerde ve yerden birkaç metre yüksekte haftalarca uçabilen, esas zararı uçarken egzozundan çıkan radyoaktif serpinti olan “Pluto Projesi” gibi.


Alman teknolojisine bence ayrı bir cilt ayrılması gerekirken, bu ulus duvar köşelerinden ateş edebilir (30 ve 45 derecelik açılar için olanları üretilmiş; ama daha hırslı, doksan derece ile ateş edebilenleri de düşünülmüş), kıvrık namlulu tüfekler, mistel kombinasyonları, maksimum sürati saatte 13 kilometre olan ve o dönemde Almanya’daki hiçbir köprüyü ağırlığı yüzünden geçmesi mümkün olmayan tanklar gibi oldukça az ürünle temsil ediliyorlar. Bu devasa tank işine Sovyetler daha önceki tarihlerde kuvvet vermişler. (Var, onların da, 1933 gibi erken bir tarihte yaptıkları 11 kişilik mürettebata sahip tankları var). Yuvarlak planlı, toplar ateşlenince kendi etrafında dönmesi bir türlü engelleyemedikleri savaş gemileri bile mevcut “Novgorod” (1871).


Ama yaratıcılık tükenmiyor; İkinci Dünya Savaşı sırasında Alman tanklarına saldırmak için yetiştirdikleri ve üstlerinde patlayıcılar olan “mayın köpekler”… Tankların gürültüsünden ürken bu “silahlar”, kendilerini yetiştirip besleyen dostların müşfik kollarına geri koşturunca bir dizi sıkıntı olmuş parti komiserleri arasında…

Fransızlar neden geri kalsın ki? Onlar da büyük ulus değil mi? Maginot Hattı ve 1929 gibi erken bir tarihte üfürdükleri gövdesinde sekiz inçlik iki adet top olan “ Surcouf” denizaltıları ne güne duruyor… Dahası, pek çok ulus; Çekler, Japonlar, Finler, İtalyan ve Çinli’ler de bu kitaba katkıda bulunmuş.

Konu edilen bir kısım silah da prototip ve ilk üretimlerindeki sorunlar çözüldükten sonra etkili olarak kullanılanlar. Bunların arasına M16 piyade tüfeği, F104 Jet uçağı alınmış. Bazıları tasarlandıkları görevler dışında başka görevlerde rüştlerini ispatlamış olanlar. Ju87 “Stuka”, Nükleer bombardıman görevlerinde kullanılmak için tasarlanan ama, sonraları tanker uçağı olarak kırk elli yıl süre ile kullanılan “Handley Page Victor” da bunlardan.

Sonuç: Hemen hemen herkesin internette biraz eşelenip, annemin deyimi ile “okumadan alim gezmeden seyyah” olduğu günümüzde sanki kitaplardan da hala okuyup öğrenecek şeyler var. Barnes & Noble sitesinden altı dolar doksan sekiz sent mukabili alınabilecek bu eğlenceli ve öğretici kitap da onlardan biri.



The World’s Worst Weapons
“From Exploding Guns to Malfunctioning Missiles”
Dougherty, Martin J.
Barnes and Noble , 2007



Okumakla adam olunsaydı....