Emsallerine faiktir

Temmuz 24, 2011

Cüce Denizaltılar, İnsanlı Torpidolar, Torpido İnsanlar ve Seehund


Seehund 1/72 Ölçekli Maket
Cüce denizaltı, ya da Türkçede söylenişi ile “cep denizaltısı”, Yirminci Yüzyılda üretilmiş en korkutucu, etkinlik potansiyeli en yüksek silahlardan biri. Kısıtlı malzeme ve insan kaynaklarına sahip bir askeri güç, iyi eğitilmiş insan malzemesini yüksek teknoloji ürünü silahlarla donatabilirse karşı tarafa büyük zararlar verebilir. Üstelik çok ucuza… İşte bu iç gıcıklayıcı fikir yüzünden İkinci Dünya Savaşı boyunca Japonya, İtalya, İngiltere ve Almanya, bazıları akıl dışı, çok çeşitli donanım ve çoğu güvenilmez tasarım denedi, geliştirdi.
O acayip şeylere binip, kendilerinden çok daha güçlü bir düşmana zarar vermeye hevesli, olağanüstü cesur, sıra dışı insanlar [1] da bulundu (adamlarda hem kafa, hem taşak var işte)! Genel olarak bakıldığında, pek öyle heveslenildikleri etkinlikte kullanılamamış olsalar da, bu işe soyunan ülkelerin savaş sonrası teknolojik ve sınai birikimlerine büyük katkıları yadsınamaz.

Ağır Dalış Giysisi
"Bill" Bailey - 1941
Tuhaf bir biçimde, İkinci Dünya Savaşı boyunca Fransa, Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği bu tür denizaltılarla hiç ilgilenmemişler. Bu durum Fransa’nın 1940 Haziranında teslim olup askeri bir güç olarak sahneden çekilişi [2], Amerika Birleşik Devletleri’nin ise sınırsız kaynaklarla desteklenen muazzam konvansiyonel silah ve malzeme potansiyeli nedeniyle açıklanabilir. Mühendislerinin denizaltı konusunda öncü çalışmaların çoğunda katkıları olmasına rağmen, böyle bir harekat alanına girmeyen Sovyetlerin durumu ise bir tuhaf. Böylesi işlere gereken yüksek oktanlı bireyselliğin Stalinist komuta anlayışına pek uygun düşmemiş olacağı geliyor insanın aklına.

Maiale "Domuz"
Japonların HA tipi cüce denizaltıları ile Pearl Harbour’a düzenledikleri başarısız, acıklı ve epik saldırıdan şurada  söz etmiştim. Savaş boyunca, İtalyanlar insanlı torpidoları “Maiale” [3]  (‘Domuz’) ile Akdeniz’de biraz daha başarılı oldular.

Chariot'a Biniş
Aralık 1941’de İskenderiye limanına bu türden üç denizaltının düzenlediği saldırıda Queen Elizabeth ve Valiant savaş gemilerine ciddi zarar verildi. İtalyan’ların bu başarısının uzun vadeli tatsız yan etkisi, İngilizleri bu silahın işe yarar bir şey olduğuna ikna edip, daha gelişkin bir benzerini geliştirmeye çalışmalarını sağlamak oldu… “Chariot" adlı bu silah sistemi de aslında temel aldığı tasarım kadar güvenilmez ve ilkeldi. Cihazın üzerine binip savaşacak olanların kullandığı solunum cihazları ve diğer donanım da öyle... Bu yüzden tatbikatlarda bile oksijen zehirlenmesinden kayıplar verildi! Savaşın ortalarında, 1943’de Akdeniz’de Palermo ve Tripoli'de İtalyan gemilerine karşı birkaç anlamsız akın düzenlendi o kadar. 1944’e gelindiğinde de Chariot macerası tedavülden tamamen kaldırılmıştı.

İnsanlı torpido hikayeleri içinde en tuhaf ve ölümcül – kullanıcıları için - cihazları üretmiş Almanların durumu biraz daha farklı. İtalyan ve Japon müttefiklerin tecrübelerinden yararlanmadıkları gibi, kendi üretim programlarının önünde de iki adet çok ciddi sorun vardı: Amiral Dönitz ve gittikçe köşeye sıkışan Almanya’nın kısıtlı zamanı. Amiral doğal olarak, konvansiyonel denizaltı savaşı için yetiştirilmiş teknik ve taktik personeli paylaşmayı reddetti. Bu durumda silahlı kuvvetlerin diğer bölümlerinden aktarılan elemanların üretilecek tehlikeli ve denenmemiş makinelerin kullanımı için eğitilmeleri gerekti. Araştırma geliştirme programları için zaman olmadığı gibi, üretim de çok kısa sürede ve elde mevcut malzemelerle gerçekleştirilmek zorundaydı [4].  Sonuç… Eh, pek de parlak olmadı tabii. Ana konsept, standart Alman torpidosu G7e’yi taşıyacak basit bir aracın ucuza ve bolca üretilmesiydi. İlk tasarım mühendis bay Mohr’dan ve Torpedo Versuchs Anstalt (TVA)’dan geldi.

"Gözünü Seveyim  Bişeye Dokanma Bacım!"
Şeffaf Kubbe Üzerindeki Derece Taksimatına  ve Nişangah Düzeneğine Dikkat!
Bay Mohr’un neresinden uydurduğunu hala tam olarak anlayamadığım “Neger” ; inanılmayacak kadar dandik “silah”, kokpit ve pleksiglas lombozlu bir G7e torpidosundan oluşuyor! Bu şeyin altına ise yine aynı torpidonun patlayıcı başlıklısı takılıyordu. Otuz deniz mil menzili olan, yaklaşık beş tonluk Neger dalamadığı gibi, altındaki torpidoyu su üstünde tutabilecek yüzdürme gücüne de zar zor sahipti (yani her an “battı batacak” gibi. Al sana “wonder weapon”!). Daha sonra bu cihazdan kısa süre için yaklaşık 25 metreye dalabilecek bir parça daha büyük başka bir silah, “Marder” geliştirildi. Neger iyiydi, hoştu da, büyük bir dezavantaj düzenlenen saldırıların %60 - %80 kayıpla sonuçlanmasına neden oldu. Kullanıcı -şoför, pilot, vb.- kokpitte göz hizası hemen hemen deniz seviyesinde olacak kadar alçakta oturuyordu. Bu durumda genellikle dalgalar arasında hedefini tam olarak göremiyor ya da lomboza kolayca bulaşabilen deniz yüzeyindeki mazot veya diğer bok püsür görüşü tamamen engelliyordu. İçeri su dolmasını göze alıp, lombozu açarak etrafı daha net görebilmek mümkündü tabii. Ancak bu şekilde batan kaç tekne olduğunu bilmiyorum! Son ve oldukça kuvvetli olasılık da, altta ekli torpidonun ateşleme anında ayrılmayı reddedip, pilotla birlikte sonsuzluğa yelken açmayı seçmesiydi! Temmuz ve Ağustos 1944’de düzenlenen dört saldırıda yüzlerce hedefle dolu Manş Denizi’nin Avrupa kıyılarında ancak bir destroyer, 3 mayın tarama gemisi ve iki de koster’e karşılık 99 adet Neger kaybedilince bu işe “tevbe” edip, bir daha kullanılmadılar.

Benzer şekilde ölümcül ve başarısız –ama bu defa iki yanda birer torpido taşıyabilen- “Molch” ve Jules Verne tarafından tasarlanmışa benzeyen İngiliz cep denizaltısı “Welman” dan geniş ölçüde yararlanılarak tasarlanan, fakat karbon monoksit sızdıran benzinli motoru yüzünden kabin kapakları kapalı olarak 45 dakikadan fazla çalıştırılamayan lanetli “Biber”i [6]  fazla umursamayıp, büyük umutlar bağlanan ve gerçekten işe yarar gibi görünen başka bir tasarıma geçeyim:


“Seehund” ya da “Tip 127”, tasarımın kökleri –yine- ele geçirilen İngiliz malzemesine dayanıyor. Alman Savaş gemisi Tirpitz’e saldırı sırasında batırılan ve sonra fiyordun dibinden çıkarılan İngiliz “X” tipi teknelerin işe yarar kalıntıları benzer bir tasarımın oluşmasına yardımcı olmuş (Hecht). Fazla işe yaramayan ama ileride Seehund mürettebatının eğitilmesine katkısı olan teknelerden de bizim şu Tip 127 tasarlanmış. İki kişilik mürettebatı, dizel, elektrik motorları ve 45 derinliğe inebilme yeteneği ile enikonu bir denizaltı bu. Tasarlandığı dönemde müttefik uçakları kuzey denizlerini hallaç pamuğu gibi attığından, yüzeye çıkmadan deniz yüzeyini ve gökyüzünü araştırabilmek için bu mucizeye, şeffaf bir lomboz kapağı ve mükemmel optik düzenekli sabit bir periskop da eklenmiş.

Cihaz gerçekten öyle küçümsenecek bir şey değil. 60 beygirlik motoru ile menzili 270 deniz mili. Eğer gövdeye eklenen ek tanklar da kullanılırsa bu menzil 500 deniz miline çıkıyor [7]. Hedefe dipten yaklaşabiliyor ve kendinden öncekiler gibi gövde yanlarına asılı iki torpidosu var. Torpidolarla ilgili tek can sıkıcı yan; yüklenebilmeleri için teknenin denizden vinç marifeti ile çıkarılıp karada takılması. Savaş dışı koşullarda bile dikkat gerektiren hassas ve tehlikeli bir süreç. Üretimine Haziran 1944’de başlanan Seehund konusunda herkes o kadar hevesli ki, 1.000 tanesinin hizmete girmesi hedefleniyor. Fakat III. Reich’ın çoğu benzer silah programı gibi bu da beklentilerin gerisinde kalmaya ve heveslilerini hayal kırıklığı yaratmaya mahkum [8] . Buna rağmen savaş bitmeden 285 adet üretebiliyorlar.

Fazla bir başarı gösterememiş olsa bile Seehund Alman Donanması’nın geliştirdiği ve ürettiği en sofistike cüce denizaltı. Ufak boyutları yüzünden müttefik sonarlarının algılayamadığı gövdeleri ve çok düşük süratleri dolayısıyla hidrofon marifeti ile de tespit imkansız. Avlanacaklar açısından tam bir rezillik yani…

İlk saldırı görevlerine Ocak 1945’de çıkan bu yeni Alman mucizesi Ocakta 44 savaş görevinde 10 tekne kaybedip bir gemi, Şubatta da 33 görevde 4 tekne kaybına karşılık 2 gemi batırıyor, bir tanesini de hasara uğratıyorlar. Martta durum yine çok parlak değil: 29 defa denize açılıp, 9 kayıp veriliyor. Ama en azından bu defa toplamda 5.267 ton müttefik gemisi batırıyorlar. Mayıs 1945’de savaş bitene dek 142 görevde batırdıkları 9 geminin tonajı 18.451 ton. 18.354 tona da hasar vermişler. Ayrılan kaynaklar, iş gücü ve tasarıma, seyir denemeleri ve eğitime harcanan zamanla kıyaslanınca epey acıklı bir aritmetik. Fakat, aritmetiğin de doğru olmayan yanları var. Batırılan gemi tonajı çok düşük olsa da, başka yerde kullanılabilecek en az 500 gemi ve 1.000 müttefik uçağının bu saldırıların önüne geçmekle meşgul edildi. Böyle bir oyalama Almanya’nın yenilmesini geciktirdi mi? Sanmıyorum.

Savaştan sonra çoğu hurdaya atılan, silahsızlanma programı çerçevesinde kesilip biçilip mundar edilen bu teknelerden dört tanesini, Fransızlar alıp [9] 1955’e kadar kullanıyor.

Celp Erlerinin Esas Duruşuna Dikkat İsterim...
Günümüze kadar gelen pek azı bugün dünyada çeşitli müzelerde genellikle çok da iyi olmayan şartlarda - genellikle açık havada ve saçma sapan boyanmış olarak - , orijinalliklerinden uzak olarak sergileniyor.

Ne pis değil mi?

                                                                                      
Uzun zamandır gözüme kestirdiğim,  1/35 ölçekli resin kitinin bulunamazlığı, bulunsa da alınamazlığı yüzünden kıstıramadığım bir modeldi bu Seehund. Sonunda Ukrayna’da birileri “1/72 ölçekli plastikten olanını yapalım da sevinsin garibanlar” deyince, ben de hemen harekete geçtim. Aslında plastiğin kalitesi, mühendisliği ve – özellikle – kaidesi açısından pek de gurur duyulabilecek bir ürün değil ortadaki (o boktan kadieyi değiştirdim elbette).  Ama alınabilir fiyata satılan, tek bir çevredeki gri, oldukça yumuşak ve kırılgan bir plastiğe basılı 35 civarında parçayı bir araya getirildiğinizde gerçekten denizaltıya benzeyen bir şeylere sahip olmak imkan dahilinde.
                                                                                    
Çizimler Hakkında: İnternetteki çizimler akla yatmayınca oturup eski usul, rapido ile aydıngere çizmek zorunda kaldım. Kes yapıştır bir site sahibi iseniz ve bunları kullanmayı düşünüyorsanız, izin isteyin, ya da en azından nereden aldığınızı belirtin derim. Tersi durumlarda; eğer denk gelirsem, ailenizin dişi fertleri ile ilgili ne ilginç fiiller, uygulamalar, şeyler temenni ve deklarasyonlarıma (ana avrat dümdüz gideceğim işte, anlamadınız mı hala?) maruz kalacaksınız… Bir daha düşünün derim!

Denizaltıların İsimleri Hakkında: Almanlar incelikli düşünüş ve akıl oyunu meraklarını burada da gösterip, cihazlara çoğunlukla görev ve formlarına uygun ufak kemirgen, balık ve sürüngen isimleri vermeyi tercih ediyorlar. Semender dışında hepsi ufak ama yırtıcı tehlikeli canlılar, zarar verici kemirgenler! Biber=Kunduz, Neger/Nagetiere=Kemirgen, Hecht=Turna Balığı, Marder=Sansar, Molch=Semender gibi…

Görsel Malzeme: Model Fotografları BvP , Çizimler BvP (Konu ile ilgili açıklamayı yukarıda ettim). Danimarkalı Direnişçi ve Neger üzerindeki hanım kızımız: http://longstreet.typepad.com/thesciencebookstore/
Bu fotoğraf 11 Ağustos 1945 tarihli “The Illustrated London News” den taranmış.

Prehistorik dalış elbisesi içinde bay Bill Bailey: http://www.mcdoa.org.uk/Bill%20Bailey%20Tribute.pdf  son derece ilginç bir yazı. Okumakta fayda olabilir.

Diğer denizaltı resimleri: Yakın tarihli ama nedense bugün pek ortalıkta bulunmayan çok önemli bir kitaptan: Kemp, Paul. Midget Submarines of the Second World War. Caxton Editions, 2003. X-Craft ve Seehund’a ait detaylı çizimler de mevcut.

BvP,

(Korhan Efendi, bu yazı  senin için...)

Edited By Miki


...............................
[1] Bu silahları kullananlar her zaman çok cesur ve gönüllü de olmuyordu maalesef. Özellikle Alman Deniz Kuvvetleri savaşın sonlarına doğru elemanlarının geçmişi ile pek ilgilenmiyor sanki. Normandiya açıklarında seyreden HMS Orestes mayın tarama gemisinin tek kişilik denizaltısı içinde ele geçirdiği denizcinin 18 yaşında bir hücre mahkumu olduğu ve bu intihar görevi için salıverildiği sorgu sırasında ortaya çıkacaktı.
 
Suçluların cep denizaltılarıyla bu tür – resmi olmasa da – intihar görevlerine yollanması Jack Higgins’in Eagle Has Landed (‘Kartal Kondu’) kitabında da kullandığı bir motif.

[2] E, herifler sahneden çekilmiş diyoruz ama, Jacques Cousteau adlı vatandaş, taşınabilir soluma cihazı ve diğer dalış sistemlerinin geliştirilmesi ile uğraşıyor. Amerikan donanması ile İtalyanlara karşı komando baskınlarına katılıyor…

[3] Bu aracın 1/35 ölçekli bir modeli İtalyan plastik model üreticisi Italeri de mevcut. Katalog numarası 5605.

[4] Kısaca, popüler kültür dağarcığımızda şekillendiği biçimiyle; iyi eğitimli, gözü pek nazi subayların kullandığı, üstün ve zamanının ötesinde “mucize silah” falan değiller.

[5] Standart Ordu kamyonu Opel Blitz’in 6 silindirli ve 3.6 litrelik benzinli motorundan bol miktarda bulunuyordu.

[6] Kraliyet Donanmasının 29 Aralık 1944’de, kullanıcısı monoksit zehirlenmesinden öldüğü için hasarsız ve çalışır durumda ele geçirilen 90 numaralı "Biber" bugün Imperial War Museum’da sergileniyor. Kraliyet Denizaltı müzesinin sahibi olduğu başka biri, “Biber 105” ise yeryüzünde İkinci Dünya Savaşı’ndan kalan çalışır durumdaki tek denizaltı. Modelini yapmak isterseniz İtaleri 1/35 ölçekte 5609 katalog numarası ile güzel bir modelini sunuyor size.

[7] Bunlar tabii kağıt üzerindeki teorik rakamlar. Söz konusu mesafeleri bu tür bir teknenin içinde kat etmeye dayanabilecek bir mürettebat mevcut değil. Ayrıca tekneye torpidolar yüklenince, başta düşünülen 7 deniz millik su üstü süratinin de hayal olduğu ortaya çıkacaktı. Gövde tasarımı ve torpidolar hatır sayılır bir direnç oluşturduğundan,  mevcut aküleri ile 3 millik bir süratle su altında 63 deniz mili kat edebilmişti.

[8] Hammadde alokasyon sorunlarını, sürekli hava bombardımanı altındaki çökmüş ulaşım ağını, iş gücü kısıtlarını, tökezleyen Alman savaş ekonomisindeki öncelik çatışmaları falan göz önünde bulundurulduğunda, eh… Çok garip bir durum değil.

[9] Fransız milleti şu “ganimet” işine pek meraklı, Bu denizaltılardan başka, savaştan sonraki yıllarda “Panther” tanklarını, çok miktarda hafif silahı, topu, Heinkel He177 4 motorlu bombardıman uçaklarını, işgal altındaki ülkelerinde Alman Lisansı ile üretilen hafif siklet irtibat uçaklarını (Fieseler Storch) ve daha kim bilir neleri tepe tepe kullanıyorlar. Ama bu konuda başı Ruslar çekiyor kanaati içerisindeyim. Alman evlerindeki ampulleri bile söküp götürmüş oldukları biliniyor.

Temmuz 15, 2011

Ankara Garı


Ankara Garı ve Çevresi 1938
 Ankara ilginç bir yer. Doğruya doğru… Devlet cihazı, cihazın lacivert takım elbisesi ile dünyaya gelmişe benzeyen bıyıklı, çerçevesiz gözlüklü [1]  uzuvları. Uzuvların uzuvları. Haritada yeri bulunamaz  elçiliklerin, dost ve müttefik ülke ajanslarının, içinde ne işle uğraşıldığını, muhtemelen girişteki kapının yanına konuşlu beyaz plastik kutu mahkumlarının bile bilemediği 3-4 katlı lüks, villa irileri ilk göze çarpanlar. Ama, bilgi görgü artıracak, merak şeydecek başka şeyler de var helbet.

Bunlardan pek merak ettiğim bir tanesi, yirmilerin sonlarından günümüze kadar yapılmış/yapılamamış kamu binaları. Özellikle seksenlerde ve daha sonra yapılanları “Devlet Mimarlığı” temalı bir eğlence parkı, nebleyim bir lunapark etkisi uyandırıyor bende. Oysa gerçekten güzel olan, süzülüp keyif alınasılar otuzlarda yapılmış olanlar. Gençlik parkından Ulus’a, yukarı doğru yürürken yaklaşık 600 metrelik bir cadde üzerinde çoğu. Seyfi Arkan'ın İller Bankası Binasından başlayıp, Martin Elsaesser’in 1938 tarihli inanılmaz Sümerbank Binasına kadar... “Millete karşı örgütlenmiş devlet” [2]  için yapılmış olsalar da, yurttaşlarını ürkütüp, ezmeye yanıp tutuşan morumsu-gri bu heyulalar çok güzel. Hem; vatandaşları ile bütünleşme derdinde, “insan odaklı” –ne skim bir söz bu da- gibi görünen seksen binalarından daha az madrabazlar sanki. Öyle insanla falan pek ilgileri yok. Bugün ya hepten terk edilmiş ya da ilgili kurumun önemsiz birimlerinin tıkıştırıldığı yerler. Yine söyleyeyim, etkileyici, taşaklı ve güzeldirler işte. Ama, onların da boy ölçüşemeyeceği iki yapıdan [3]  biri Ankara Garı.


 Taksilerin Hücumu Altında   Ankara Garı 2011
1930’lar Türklerin ulusal tarihteki entelektüel başarılarının yüceltilip, tarihin ulusalcı eksende yeniden inşa edildiği, bilmem kaç kıtada nasıl başarıdan başarıya koşulduğu vurguları ile dolu. Dolu ama, açıklanamaz bir şekilde geçmişi parlak başarılarla dolu Türk ulusunun mimar çocuklarına yapı tasarlatılmaz pek. Oysa, yeniden inşa edilen ulus-devletin acilen yaptırmak zorunda olduğu çok miktarda kamu yapısı vardır. Ve o yapılar Türkiye’de bir daha eşine az rastlanır bir şekilde yabancı mimar emeği ile şekillenir. [4]
Durumun kolay açıklaması, mevcut iş gücünün küçüklüğünden –yetersizliğinden değil- kaynaklandığı olmakla birlikte pek inandırıcı değil, zaten kimse de yemez bu açıklamayı. Bu durum İkinci Dünya Savaşı sonunda dek Türk mimarlar tarafından sürekli gündeme getirilecek, yakınma konusu olacaktır. Yabancı mimarların ciddi paralar kazandıkları da bir sır değildi. Örneğin, Clemens Holzmeister’in ne özel ne de resmi statüdeki “büro”su uzun süre Tarabya Oteli’ndedir! [5]  

Şevki Balmumcu Sergi Evi - Paul Bonatz Opera
“Ecnebi Mütehassıs”ların büyük çoğunluğu ayrıntıları tam saptanamamış bir statüde ve doğal olarak yerli rakiplerinden daha avantajlı bir zeminde proje ve yapı ürettiler. Türkiye’de önemli ve –bence– iyi yapılar tasarlamış Paul Bonatz, Bruno Taut, Martin Wagner[6] ve Holzmeister’in resmi proje büroları yoktur. Dolayısıyla, nasıl vergilendirildikleri de meçhuldur. Örneğin Bruno Taut’un “bürosu” resmen Milli Eğitim Bakanlığına bağlıdır. Kendisi İstanbul’da Güzel Sanatlar Akademisi’nde ders verir. Büronun çalışanları devletten maaş alır. İlginç olan, burada üretilen tüm proje ve belgeler bugün Berlin’de “Akademie der Künste” de korunur! 1938’de Türkiye’de öldüğünde, mimarın mirasçılarınca tüm bunlar rahatça alınıp Almanya’ya götürülebilmiştir.[7]  

Bu durumda; Başkente giriş kapısı niteliğindeki şu önemli yapıyı Bayındırlık Bakanlığı’nda çalışan bir Türk Mimara tasarlatma fikrinin hangi bürokrattan çıktığını hep merak ettim. Muhtemelen de hiçbir zaman öğrenemeyeceğim.[8]

Stuttgart Garı
  
Düsseldorf Garı
 Gelişen kentin yetersiz kalan eski istasyon binası yerine yapılması düşünülen bu yapı için çizdiği ön proje beğenilen Bay Şekip Akalın çağdaş gar binalarını görüp incelemesi için Avrupa’ya gönderilir. Almanya gezisinde özellikle Stuttgart ve Düsseldorf garlarından etkilendiğini saptamak olası. 1927 tarihli Stuttgart Garının projesi, daha sonra Türkiye’de mimarlık eğitiminde önemli etkisi olacak Paul Bonatz’a ait. Paul Bonatz’la ilgili aklıma ilk gelen, Şevki Balmumcu’nun çok zarif ve güzel modern, Ankara Sergievi’ni opera binasına uyarlayıp, Osmanlı mimari bezemeleri ile maymuna çevirmesi oluyor maalesef. Oysa bu yapı  modern mimarlık alanında Türk Mimarının neler yapabileceğinin gerçek bir kanıtı. [9]
 


Gazino ve Bağlantı
 Bay Bonatz’ı bırakıp yeniden Şekip beyefendi’ye ve güzelim binasına dönelim:
Önündeki meydan ve –doğal olarak– ray hattı boyunca kuzeybatı-güney doğu yönünde uzanan Betonarme iskelet üzerine Ankara taşı kaplı bu simetrik ve epey yatay ana yapıyı, zarif bir yay çizen ikili sütun dizisi  gazinoya bağlıyor.

 Kütlesel simetri  yanlardaki yarı şeffaf merdiven kuleleri ve dışlara doğru azalan yükseklikler  ile de vurgulu. Önü arkası camlı on iki metre yükseklikteki yolcu salonunun iki yanında üçer, ikişer katlı kütleler ve sağ uçta bu gün fazla kullanılmayan “Şeref Salonu” yer alıyor.[10]
  

Pencere Sövelerine,
Kütleler  Arası Uyuma Dikkat!
Salonun hemen yanında, 1930’lar sonu ve 40’larda epey ceviz kırıldığı besbelli gazino ve ucundaki saat kulesi bugün lüzumsuzca terk edilmiş halde. Son elli yıldır yapıların bu güzel dengeleyici kütlesi ince ve dikey saat kulelerine ihtiyaç yok artık. Hislon ve Nacar ihtilali, sonrasında yetmişlerin quartz devrimi bu güzelim öğenin ağzına s.çtı maatteessüf. Ama bu sessiz, yitik haliyle bile çok güzel sanki.



Sütun, Arşitrav ve
Merdiven Kulesi





Lojman, Sağda Şeref Salonu
Ana kütlenin iki yanında köşeleri yuvarlatılmış merdiven kuleleri, pencere altlarını vurgulayan yatay bordürleri, girişteki anıtsal sütun düzeni… Tüm bunları, dönemin baskın mimari öğelerini ne güzel kullanmış.

Girişteki portik Hereke taşından mamul sütunları (ki, yükseklikleri 10 metre, boru değil) ve arşitravı bugün taksiler ve nasıl bir akıl strüktürü ile tasarlanıp oraya konduğunu açıklamakta yetersiz kaldığım, Fenike kökenli geç Hitit sanatı etkisi altındaki Akşehirli Nasrettin hoca (Belki de Karkamışlı. Bilmiyorum, onu da siz sorun Melih Bey’e) heykeli tarafında iyice etkisizleştirilmiş olsalar da çok güzeller. Kendinden önce ve çok daha yetenekli insanlarca yapılmış güzelim yapıların orasına burasına abuk sabuk şeyler sokuşturan, kendini denk gören zihniyete birkaç lafım olacak ilerde.

Geç Hitit, Geleleneksel Stil
M.Ö.VIII. Yy. İkinci Yarısı Ankara,
 Anadolu Medeniyetleri Müzesi
 

Geç Stilsiz!
XXI. Yy. Başı, Ankara,
Ankara Garı Önü
 

Bu Tavrın Başka Bir Örneği : Milas Baltalı Kapı Önünde
Gondor Piyadesi !  Eylül 2010

  
İki mümtaz devlet büyüğünün demiryolu alanındaki başarılarını [12]  vurgulayıp sonsuza taşıyan bir plaket ile yapıyı kısaca tanıtan ancak, hem yapılış tekniği hem de kullanılan malzemenin kötülüğü nedeniyle okunması tümüyle imkansız başka bir plaket [13] ana giriş duvarına çakılı.
Plaketler

Bagaj Dağıtım

Kapı üstü hizasındaki aydınlatma elemanlarına dikkat isterim. Muhtemelen şaşırtıcı şekilde orijinal form ve yapıdalar. Binada orijinal halini koruyan başka elemanlar da var. Pirinç kapı fikstürleri, asit indirme TCDDY amblemli camlar ve  bagaj dağıtım bölümümdeki bagaj tezgahı, kolonları darbeden koruyan çemberler..  
Giriş Holü


Tepeden ve iki yandan ışık alan ana hol yirmi üç metre uzunlukta altı çelik makasla geçilmiş . Yapının arkasındaki sonradan yapılmış yolcu platformunun üzerini örten çelik makas ve camdan örtü de Avrupa’daki benzerleri kadar fiyakalı olmasa da, ferah görünümlü ve net.


Yolcu Platformu Örtüsü
Asit İndirme
Orjinal Camlar
Ankara Garı’nın en güzel ve  sağlığımıza yararlı bölümlerinde biri de “Gar Gazinosu”. Yapılışından beri çok az değişiklik gördüğü anlaşılan; yüz binlerce kere hamdolsun ki, hiçbir müsteşarın, umum müdürün, umum müdür muavinin aklına “yenilemek” gelmediğinden olduğu gibi korunmuş bu köhne ve stilli mekan bugün gece geç saatte kalkacak Kapadokya gezi trenini bekleyen  Japon turistlerin rağbet ettiği bir yer. Her an kocaman paltosu ve şapkası ile Recep Peker'de girebilir kapıdan.  Sıradan ve basit bir menüsü ve hala satılıyorken içebilebileceğiniz soğuk birası, beyefendi garsonları var. Ambisyon gözlüğünüz falan yoksa da alıyorlar. Tadını çıkarmakta yarar olabilir...
 

Kısaca; titizlikle tasarlanıp üretilmiş hala iyi işleyen, yoğun kullanılan tutarlı, bakımlı ve  güzel bir yapı bu. Gidip görmek için Nasrettin Hoca heykelinin veya taksilerin kaldırılmasını beklemeyin.



Yolcu Platformundan Lokantaya,
Kapılardan Biri





BvP

Edited By Miki


Fotoğraflar : Bvp, Eski Kartpostallar İnternet, Karkamış Chimairası: Akurgal, E. Anadolu Uygarlıkları Kitabından tarama.
-----------
[1] Şu ambisyon gözlüklerinin sapları hafif kalınca ve tuhaf renkli olanları zannederim daha makbul. Allah rızası için biri de şu konuyu bi incelesin.

Oğlum olunca, onu 23 Nisan’da, 12 Eylül’de falan “Minik Müsteşar” olarak giydirmek istiyorum. O zaman alacağım  bu gözlüklerden ona da bir tane. Aslında; ”Minik Futbol Kulübü Başkanı”, “Minik Dizi Yıldızı”, “Minik Dürüst Gazeteci” de olabilir. Belki hepsini tek başlık altında “Minik Dlyarak” olarak toplar, uygun aksesuar ve kıyafetler ayarlarım.

[2] Günay, Ertuğrul.. 24. Haziran 2011: Mustafa Balbay ve Prof. Mehmet Haberal’ın Milletvekili seçilmeleri nedeniyle tahliye taleplerinin reddi konusunda yaptığı açıklamadan.

[3] Diğer etkileyici Ankara yapısı Anıtkabir gibi geliyor bana. Günün birinde yeterli bilgi, görgü sahibi olursam eğer, etraflı söz etmek istediğim bir simge.

[4] “Türkiye’de 1924 -1942 yılları arasında Almanya, Avusturya, Fransa ve İsviçre’den gelen toplam 40 mimar ve şehir plancısı çalışıyordu.”
Türkiye’deki Almanca konuşan mimarlar ve Ankara’daki izleri için şuraya bakılabilir.
Sitede ayrıca bu mimarların yapılarına ilişkin ipe sapa gelir bir katalog da yer alıyor.

[5] Tanyeli, Uğur: Erken Cumhuriyet’te Mimarlık ve “Modernite Projesi” veya Türkler ile Yabancılar. Sanat Dünyamız, Güz 2003 içinde. S:159-167.


[7] Tanyeli. op. cit.:164. İstanbul’da oturup, iğne deliğinden Bağdat’taki deveyi s.kebilecek maharet ve entelektüellikteki mimar taifesinin garip kavramsal tartışmalar üzerine fikir beyan edip de, neden böyle şeylere kafa yormadığı benim için yaşam boyu sürecek bir merak konusu… Belki Kültür Bakanımızın haberi olsa… Bi el atsa şu işe, ha?


[8] Son on yılda mimarlık intelligentsiası bu konulara epey merak salmış; söyleşi, panel, diploma projesi gırla gidiyor olsa da, tüm bu kalabalık içinde yeni bir bilgiye, karar sürecine ilişkin özgün bir saptamaya ulaşmak pek olası değil.

[9] Aslanoğlu, İnci. Erken Cumhuriyet Dönemi Mimarlığı 1923-1938. ODTÜ Mimarlık Fakültesi Yayınları. 2001. Ankara. S:77. Bu saptamaya katılmamak elde mi?

[10] O zamanlar da, şimdiki gibi “İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir millet” olsak da, anlaşılan böyle şeylere her zaman ihtiyaç var demekki. Bu bölümüne boktan bir yassı televizyon eklemekten geri durulmamışsa da, epey iyi korunduğu kesin. Çaktırmadan bir fotoğraf:

[11] Aynı motif benzer tarihli Afyon Garında da mevcut.

[12] 2004 – 2010 arası tren kazaları :

22 Temmuz 2004. Pamukova'da tren kazası.       38 ölü.

11 Ağustos 2004. Kocaeli tren kazası.                  8 ölü.

27    Ocak 2008. Pamukkale tren kazası.              9 ölü.

19    Şubat 2008. Sincan'da tren kazası.              13 yaralı.

23    Şubat 2008. Sivas'ta tren kazası.                   5 yaralı.

17    Mayıs 2009. Sivas'ta tren kazası.                   1 ölü.

27 Ağustos 2009. Bilecik'te tren kazası.                 5 ölü.

  3 Ocak     2010. Vezirhan'da tren kazası.            1 ölü.

[13] Okunamayan plakette:

ANKARA GARI

Yapılış Tarihi

1935 – 1397

Mimarı

Şekip Akalın

1930’lu yılların

anıtsal neo-klasik

uslubunda

yapılmıştır.

(Yazıyor.  Altında, çevresinde “Büyük Şehir Belediyesi” kelimeleri okunan güneş kurslu bir amblem var!)

[14] Aslanoğlu, op.cit., s.227.

[15] Benzer stil ve köhnelik için Atatürk Orman Çiftliği Merkez Gazinosu’nu da önerebilirim. Bunlar belki bu günün fiyakalı ve cilalı mekanlarından değil. Ama ne olursa olsun görülesi yerler.






















Temmuz 11, 2011

Kayışdağı'nda Var Bir Gentile Bellini


Canım İstanbul’umun her köşesi nice san’at eserleri, hazineleri ile doludur. Gezmek, görmek ve dehşete düşmekle tükenecek gibi olmayan Belde-i Mahruse’ye ait eşsiz hazinelerin bir örneği de, Kayışdağı Yolu Caddesini kesen “Öküzderesi” Sokağının köşesinde maalesef. Günümüzde kaderine terk edilmiş bu çeşme üzerindeki müstesna eserinde sanatçı, Gentile Bellini nam kefereye atfedilen ama ne hikmetse hakıykısi günümüzde “National Gallery” isimli yerde sergilenen Fatih Sultan Mehmet Han Hazretleri’nin portresine gönderme yapıyor. Fakaaat, deli sanatçı ruhu bu, bittabi yorumlar katacak, düzeltecek, şeydecek. O da, portrenin gerçeği sola bakarken betebelisini sağa çevirmiş. E koskoca padişah sol tarafa bakacak değil a! Sağ tarafa dönüp yatmak bile sünnet değil midir? Figüratif yaklaşım Selçuk Erdem izleri taşıyorsa da, betebe ile çalışılmış olmasının Roma-Bizans mozaiklerine bir gönderme olduğunu düşünüyorum.

Kayışdağı, Öküzderesi Sokak, Sıva üzeri BETEBE                      National Gallery, Londra, Tuval Üzeri Yağlıboya                                                    


Ne gideceksin Londra’ya, Ulusal Galeriye bilmem neye, Batı Avrupa resim sanatı göreceğim diye? Kayışdağı'mız da daha iyisi var işte!

Sanatın ışığı yolunuzu aydınlatsın her daim.
BvP

Temmuz 10, 2011

Sütlüce'nin Neyi Meşhur?

Bir Grup Genç Festivalde Eğlenirken
Miki yakında yavrulayacak, bir kaç hafta kaldı. Ne olur ne olmaz diye; gelecek olan için dükkandan güzel bir karton kutu getirdim, talaş, kağıt kırpıntısı falan topladık bekliyoruz. Pazar günü “kalk! Sıkıldım, şöyle Eyüp taraflarına gidesim var. Sen de Müsiad Genel Merkezi,  AKEPE Istanbul İl Başkanlığı binasına falan bakar, güler eğlenirsin” dedi. Gebeliği boyunca hiç bir abuk sabuk istekte bulunmamış kadının masum bir isteği olmuş, yerine getirmek boynumuzun borcu helbet.
Yolda Efes Pilsen One Love Festival diye bir şeyden bahsetti de, inci gibi dizilmiş yeme-içme imparatorluklarına bakarak kendimden geçmiş olduğumdan pek bir şey anlamadım. Meğerse, Izgara tek toynaklı hayvan pankreası [1] ve plastik kutuya saplı pipetli ayran sevenler için fevkalade öneme haiz Sütlüce’ye gelmişiz.
Bu müstesna semtimizde mukim hususi üniversitenin bahçesinde çadır kurulunup şenlikler yapılıyormuş. Ben “Herhal sancaktar Ebu Eyyub el-Ensari hatırasıyçün toklu kesilip pilav karılacak, temmuz sıcağında buz gibi şerbetleri kafaya dikip, sancaktar efendimizin ruhunu yad edeceğiz” diye düşünürken, Kendimi çeşitli haberleşme cihazları ile donanmış çok miktarda mühim insanın gözetiminde buldum. Bu canlılar ellerinde, kulaklarında, göbeklerinde, göğüs çatallarında (dişi olanlara daha dikkatle bakıyorum) muhtelif ataşmanlar, boyunlarında sallanan dosya kağıdı yarısı kadar şeylerle hep çok meşguller. Oradan oraya seken bu canlıları seyredip, eli yüzü düzgün birine “şerbetçiler ne tarafa düşmekte yavru ceylan, oh deyiver hele” demeye çalışırken içeri girdik heyvah !

Bu gençlikle iletişimin olmazsa olmazı onlara köpek muamelesi yapmak, adam hesabına almamak, zannederim.. Mesaj mı vereceksin? Bir şey mi soracaksın? Birinci tekil şahısla seslen. “Hoşuna giden kızı içerde ayılar pompalıyor mu?”, “Konserden sonra ne yapacaksın”, “Huop sen!, saçma sapan şortlu! Hah sen, Parti çadırına gel sonra okey?” yazmışlar oraya buraya. Ama filhakika, içeri girip gençliği görünce adam hesabına almamanın fevkalade isabetli olduğunu tefrik ettim. Tabii, salak mı bu kadar reklamcı? Var bir bildiği heriflerin. Soytarı gibi giyinik, bira sponsorluğunda şeye eşek yüküyle para ödemek suretiyle girip, sonra bir bardak biraya yedi tele ödeyecek kadar salak bu gençliğe... Eh, ben de yaparım kelp muamelesi.

Alışveriş merkezlerinin her tarafına bulaşık ucuz çoğunluk giyim mağazalarının vitrinlerindeki acaip şeyleri kim giyiyor biliyorum artık. Eyüp Askerlik Şubesi bir tamim yayınlayıp, “Yaşı şu kadardan şu kadara genç oğlanlar altlarına yanları cepli kötü kalite kumaştan, garip renklerde b.ktan dikimli şort, üste de yakası, ağzı burnu kaymış, tercihan yıkanmamış tişört, ayaklara da lastik ayakkabı veya benzeri süfli birşey giymek suretiyle ortalıkta dolaşacaktır. Kamuoyuna önemle duyurulur” dese ortalık ayağa kalkar. Ama herkes pek memnundu üniformasından, şeyinden.


 Böyle giyin, gel tabii müziğini canlı dinle

Miki’ye “Bir gurup Körpe dimağlı Homo Sapiensi böyle bir örnek giydirip, ‘farklı oldum’ dedirtecek, iki gün boyunca buraya doldurabilecek kadar zeki Türk vatandaşları başka ilimlere kuvvet vermiş olsa, yeniden yedi iklime hakim olmaz mıyız ecdadımız gibi, ha?” Dedim ama tüm dikkatini tam o anda sahneye çıkan orta yaşlı sıska İngilizlere vermiş olduğundan duymadı beni…Şükürler olsun dayanamadı da, arabamızı park ettiğimiz Sütlüce Parkı’ndaki çekirdek “çitleyen” teyzeleri dirsekleyerek arabamıza ulaşıp, terk ettik Cornucophia’yı.

Son bir şey daha; Bir radyo istasyonunu standının önünde itişip kakışan, tepinen (dans), hamburger yemekten göbekli, diz çorabı dizlerine kadar çekik, dövmeli ablalar gördü bu gözler! Dolayısıyla; artık tencere takırtısı duysa oynayan, kenar mahallelerin düğün salonlarında zülüfleri ve şifon tuvaletleri ile elektro bağlama eşliğinde göbek atan, gerdan kıran, taş gibi seksi dilberlere gülüp geçmeyeceğim. Uzun uzun onları seyredersem, belki o görüntüleri silebilirim zihnimden.

Bir not daha: Sigara satıcısı ablalar bile, bir Rokandkok’dakiler gibi değildi sanki…

Bir sonraki Festivalde görüşene dek, ne haliniz varsa görün.

Bvp

Edited By Miki



[1] Yurdumuzda sevilerek yenilen  hayvan pankeası,lenf bezleri  – “uykuluk”- nedense  Sütlüce’de pek meşhur. Neden böyle olduğunu sizin için tercümeye çalışayım:  Tarabya koyu dibinde konuşlu balıkçılar da aynı pazarlama madrabazlığına kuvvet veriyor. Sanki  her gece Karadeniz’e açılan yağız balıkçıları sabaha karşı getirdiği  lüferleri satıyorlarmış gibi...Sütlüce'de de ,  Sütlüce Mezbahası’ndan  sabah kesimi yapılmış hayvanatın orasını burası paket kağına sarılı ekmek arası yapılarak sunuluyormuş gibi... Ufak bir malumat vereyim: Mezbaha 1990’da kapandı. Onun yerinde şimdi yapımı yıllarca sürmüş, tuhaf bir “Kültür ve Kongre Merkezi” var. Bildiğim kadarıyla o belediye bile, kültür merkezinde kesime izin vermez. Şu lüfer ve uykuluk saçmalıkları  için esnafı suçlamak gerekir mi? Averajın biteviye  salaklığı ile ilişkilendirmek daha makul bir tavır sanki.