Emsallerine faiktir

Mayıs 21, 2014

Malmö'den Anneler Gününüz Kutlu Olsun


Her sabah işe giderken, yolun iki yanındaki devasa panolar vasıtası ile birbirine komşu iki belediyenin ne yaptığı, ne düşündüğü konusunda irfan ve fikir sahibi oluyorum. Bizimle bu kocaman naylon yüzeyler  vasıtası ile muazzam bir görsel iletişim halindeler.  Bu iş eskinin  çay ocağı diyafonları gibi  bi parça tek taraflı elbette. Onlar asıyor, biz okuyoruz. Faaliyetler, duygular, yapılanlar, yapılması düşünülenler, yapılamayacaklar, yapılmasa daha iyi olacaklar ve hizmetler gerçek zamanlı olarak  hep sıralanıyor. Şu “hizmet” işi çok önemli. Kocaman bir kentin periferisinde arsızca büyüyen bu alanlarda her gün çok can sıkıcı bin bir türlü işle uğraşmak zorunda kaldıklarından/kalacaklarından emin olduğum bu kişiler  belediye başkanlığı görevine bir kez daha seçilmiş oldukları,  bizlerin hizmetkarı olacakları için, günlerce teşekkür ettiler oradan. Şöyle sağ elini yüreğin üstüne bastırıp, hamiyetten hafifçe yaşarmış gözlerle gökyüzüne baktı bir tanesi. O yorucu, dertli  işe memur edilmiş olduklarına öyle müteşekkirler, öyle sevinçliler ki bu  minnettarlık   karşısında insan kendini mahcup ve tuhaf hissediyor.  
Geçenlerde eve dönüş yolu tarafında  “tarihimizde bir ilk” manşeti ile Belediyespor’un bilmem kaçıncı lige çıktığı muştulandı.  Böyle okuyunca sanki  belediyenin futbol takımı son 340 yıldır bir yerlere gelmek için çırpınıyor da, bu yıl başarılmış gibi geliyor kulağa değil mi? Hayır değil. Belediyemiz zaten 1988 yılında kurulmuş! Ama etrafındaki  her şeyin anlık ve köksüz olduğu, birkaç on yıl öncenin boş kamu arazisi ve ormanlardan tırtıklanıp, bağ bahçelerin devşirilmesi ile yerleşime açılan ve   nüfus yapısı, gündelik yaşam,  yapılaş-a-mama pratikleri ile de  esasen  doğu Karadeniz’de veya Orta Anadolu'da olması gereken bu yerlerin övüneceği fazla da  bir şey de yok.
Yakın zaman önce iki belediye de, doğal olarak şu bahsettiğim mecradan anneler gününü kutladı. Ama bir tarafla yadsınan, yerilen diğer tarafla da içten içe özenilen, benzemeye çalışılan o  batıdan ithal her şeyde olduğu gibi bu da can sıkıntılı bir iş işte. 1900’lerin başında ABeDe’nin bilmem hangi ücra köşesinde yeşermiş bir uygulamayı al -  üstelik pagan ve erken Hristiyan motifler de cabası - aynı ayın sonunda "fetih"i kutlamaya hazırlanan o büyük, o şanlı İslam kentinin  varoşlarında yola bakan bir yamaçta kutla! Zor gerçekten. Bu sıkıntının benzer açmazlısı da sevgi(liler) günü sanırım.  
Her iki belediye de kendine uygun görünen farklı yolları deniyor:

Daha “batılı” bir yaşam biçimi yansıtmaya hevesli görünen,  yerleşim alanını bu tema üzerine kurgulayanın  panosundaki kadın ve çocuk belediyenin mücavir alanından birkaç bin kilometre öteden, mesela Malmö veya Oslo’dan sesleniyorlar.  Birer homo sapiens olmaları dışında onlarla  hiçbir ortak noktamız yok. Neden bu insanların seçilmiş olduğu, Belediye'nin mesajlarını neden gerçek yaşamdan bu denli uzak modeller üzerinden verdikleri üzerinde durmaya değer.  “İnsan odaklı”, halka yakın olma iddiasında ve bu denli kıvrak, iş bilir yerel yönetimlerin bilinçsiz yapacağı tercihler değil. Belki de nazikçe "hacı bu iş bize gelmez, sosyal zorunluluk icabı yapıyoruz ama, batının icadını da varsın batılılar kutlasın" deniyor.

Diğer belediyenin böyle bir iddiası yok. Geleneksel, Türk –İslam dünyasına daha yakın bir tutumla hazırlamış naylonunu. Onlarınkinde  baş örtülü  genç bir anne ve çocuğu var. Ama nedense bugün tercih edilen, her yerde, özellikle o belediyenin sınırlarında görmeye alışık olduğum biçimi  ile değil de,  ondokuz veya yirminci yüzyıl başlarında kullanılan, belki çocukluğumuzdaki yaşlıların evde tercih ettikleri bir tarz  bu. Baş örtüsü oldukça muğlak, suya sabuna dokunmaz bir biçimde sergileniyor (örtünün geri kalanını bile göremiyoruz. panonun dışında kalıyor). Belediye sınırlarında oturanların çoğunluklu tercihi, yerel yönetimin bakış açısı ve mevcut siyasal zeminin sağlamlığı göz önüne alındığında fazlasıyla utangaç, neredeyse yersiz bir hassasiyet sergiliyorlar sanki.
Neredeyse  karşılıklı  yerleştirilmiş bu iki pano yaşam biçimi, dünya görüşü, gündelik yaşam algısı ve popülizmin sınırları konusunda  birbirinden çok  farklı ve ilginç  şeyler söylüyorlar da,  sanırım ben kavrayamıyorum. Aynen sıkıcı ve yorucu bir işe yeniden seçildikleri için bizlere tekrar tekrar teşekkür eden o yerel yöneticileri bi türlü anlayamadığım gibi...
Arz Ederim,
 BvP

Mayıs 20, 2014

Kelebeklerimiz Gerçektir (Hem de İthal)


Faruk Yalçın Hayvanat Bahçesi |Darıca |  Nisan 2014

Mayıs 15, 2014

Neiman Marcus; Burgonya’dan Hoston’a


Neiman Marcus | Hellmut Obata Kassabaum | 1969 Houston, TX. | Nisan 2014
Uzak ve alakasız yerlere yapılan gezilerin bir avantajı da normalde görülemeyecek ıvır zıvırı görebilme şansı sağlaması. Yoksa nereden görecektik Houston’un anlamsız bir banliyösündeki o çok meşhur Neiman Marcus binasını…  Bu garip kentte geçireceğimiz bir buçuk gün içerisinde Miki’yi yapının çok yakınında  - hatta içinde - bir otelde kalmaya ikna etmem zor olmadı. Çünkü  Nieman “Galleria” adı ile maruf, Teksas eyaletinin en büyük, Kuzey Amerika’nın ise sekizinci büyük (dalga geçmeyelim, Amerika gibi yerde "sekizinci büyük" bi şeyden bahsediyoruz) alışveriş vahasının içinde yer alıyor. Yani hepimiz için bir şeyler var işin içinde.

Mimarlık tarihi açısından önemi çok alakasız bir coğrafyada,  çok alakasız fonksiyonda bir yapının biçiminden üretilmiş olmasında yatıyor. Le Corbusier  adlı mimarın Fransa, Burgonya’daki La Tourette Manastırından bahsediyorum. Boston’daki Belediye Binası (Kallman, McKinnel, Knowles;1963),  New Haven’daki Yale Üniversitesi Mimarlık Fakültesi (Paul Rudolph; 1962-1963) Cornell'deki Ev Ekonomisi Binası (Ulrich Franzen; 1963-1968) [1] tüm bu ağırbaşlı, kelli felli  brütalist binaların atası bu görkemli manastır. Bizim Hellmut, Obata, Kassabaum isimli mimarlara  da geleneği 1969’da Houston’un dış mahallelerinde yer alan bu lüks  mağazada yaşatmak düşmüş.

Yapı bu – ve belki de bir parça  talihsiz – ününü Robert Venturi’nin Las Vegas’ın öğrettikleri [2] kitabındaki kısa bölüme borçlu. Venturi benzerliğe dikkati çekerek;  “klasik bir başyapıtın, değişik yerlerde farklı kullanımlar için tıpkılarının inşa edilmesini eleştirmiyoruz” dese de “Park yeri okyanusu ortasında o ilerici soyluluğun yalın bir simgesi” olarak niteleyip, hafifçe dalgasını geçiyor (s:142).

Neiman Marcus | Hellmut Obata Kassabaum | 1969 Houston, TX. |Nisan 2014
"Park Yeri Okyanusu"ndan...
Ondan çok daha görgüsüz ve cahil olmakla birlikte, küçücük aklımla maalesef bu görüşü paylaşamıyorum. Kitabın yazıldığı tarihten bu yana (1972) sonsuz sayıda üretilmiş,  Türkiye’de bile 60’lardan sonra uzunca bir dönem Kamu Mimarisi için neredeyse bir şablon olmuş bu biçim tekrarının en  rezilane örneklerini görmüş biri olarak,  bence güzel bir yapı. La Tourette’e gönderme varsa bile, düpedüz taklit eden diğer örneklerle kıyaslandığında - ki Boston Belediye Binası belki de en net örnek -  çok net bir kütle  etrafında oluşturulmuş ağırbaşlı ve hazımlı bir form olarak muhtemelen daha iyi bir yorum. Fotoğraflarda insanlar ve ağaçlarla filan, perspektif çizim etkisi uyandıracak kadar özenli ve muhtemelen yakın zamanda yenilendiği  için pırıl pırıl. Müşteri dışında herkes bilir o fiyakalı çizimlerin inşa edilenle zerre kadar ilişkili olmadığını/olamayacağını. Bu öyle değil işte. 

Yapının çok yakınında (otelde kaldığımız otelin balkonundan görünüyordu) geçirdiğimiz bir buçuk gün boyunca  yavşak ceket satıcısı oğlanlar ve insanın üstüne parfüm püskürtmek için yanıp tutuşan kötü makyajlı karılar moralimi bozmasın, ağzımdaki güzel his kaybolmasın diye içine girmedim. Böyle yapılar söz konusu olunca aynı yöntemi size de tavsiye derim. 


Neiman Marcus | Hellmut Obata Kassabaum | 1969 Houston, TX. | Nisan 2014
Bazı yapılara inşa edildikleri dönemin hakim bakış açıları ile değil de,  daha uzak bir noktadan  bakıldığında farklı ve daha doğru sonuçlara varılabilir gibi geliyor ne zamandır.

Doğal olarak bu yapı ve eklemlendiği alışveriş merkezi epey eğlenceli ve acımasız  başka eleştirilere de konu olmuş [3]. Upuzun ve faklı tarihlerde üretilmiş yapıların bitiştirilmesi ile oluşturulan Galleria tüm bir bloğu kaplayan gerçek bir dev. Devin en ucunda da Macy’s var. O da seksenlerin post modern fırtınasında üfürülmüş, cephesi İtalyan palazzo’larını (Palazzo Strozzi'nin girişini düşünün, zaten her b.k bundan çıkıyor) andıran başka bir katlı mağaza. Maalesef seyahat boyunca süren hastalığın sersemliği neticesinde fotoğrafını çekemedim. Ama çok önemli değil. İşin özü, alışverişe La Tourette’den başlayıp, İtalyan Rönesansının On dokuzuncu yüzyıldaki tekrarının yirminci yüzyıldaki tekrarında bitirmenin eğlencesi.  Bin dokuzyüz yetmişlerde değil de iki binlerin ortalarından bakıldığında aslında bu kadar basit her şey. Bay Venturi ve Bay Steven Izenour ne derse desin, keyifle etrafında dolaşıp bolca resmini çektim güzelim binanın. Zaten açık konuşalım:  HOK (Hellmut Obata Kassabaum) bu gün Amerikanın en büyük mimarlık bürosuyken, Robert Venturi ve Mimarlık ortaklığının (Venturi Scott & Brown) bir dizi güzel kitap yazmış olmakla anılıyor oluşu bir şeyleri açıklıyor olmalı. Tabii, bunlar mimarlık praksisi! (doksanlarda çok sevilerek kullanılan bir laftı) ile zerre kadar ilgisi olmayan bir amatörün görüşleri.

Neyse, yanında çok güzel cephesi ile, esas alışveriş mabedinin altarı niteliğinde başka bir yapı var.  Fakat maalesef mimarı ve/veya nitelikleri hakkında henüz bilgi edinemedim. Sanki son dönemlerinde Seyfi Arkan oralara gitmiş de... Şimdilik fotoğrafları ile idare ediverin.


Dillard's | Houston, TX | Nisan 2014
 Fotoğraflar BvP, Diğerleri internet.

.................
[1] "Kim ulan bu Ulrich Franzen" deyip geçmeyelim. Önemli bir mimar. İlginç bir yapısı ile, - bu değil - bahsedilmeyi hak ediyor. 

[2] Çok ilginç kitabı yazılışından yirmi bir yıl sonra, 1993’de Türkçeye  Dr. Serpil Merzi Özaloğlu çevirdi ve   Şevki Vanlı Mimarlık Vakfı  tarafından basıldı. Kolay okunan, eğitici bir kitap ve  halen ondan öğrenecek çok şey var. Tuhaf bir şekilde, bu yazıyı yazarken kendi kütüphanemde bulamadığım için ilgili bölümü SALT’ın Kütüphanesinde tekrar okumak zorunda kaldım. Çıkışta bazı kıllı kitapçılarda aradım ve  bulmadım. Büyük ihtimalle tükenmiş, umarım başka bir baskı yaparlar.

[3] Albert Pope’in şu yazısı aslında Venturi’nin kitabında sözü edilen görüşün kaba bir tekrarı niteliğinde. Adı bile “From Bauhaus to Our House”e basit bir gönderme ama, yine de okumaya değer:

Mayıs 10, 2014

Boston'un Belediyesinden İstanbul'un Aksaray’ına



Boston City Hall | Kallman McKinnel Knowles | 1963 | İnternet
İnsanoğlu çift yaratılmıştır” denmekle beraber, anlaşılan bazı binalar da çift hatta, üçüz - belki de – dördüz olarak var oluyorlar. Farz-ı mahal, Şimal-i Amerika’nın Boston nam vilayetinde “Boston City Hall” tesmiye olunan şehremaneti binası  işte tam da bu örneğe uyuyor.
Fakat nedense orijinalin ardıllarına, “çift yaratılmış”larına çoğunlukla Küçük Asya’da  denk geliyorum. İşin tuhafı, ayrıntılı ve ölçekli, usta işi tasarlanmış cepheleri ile bu brütalist lenduha ne yapıldığı dönemde ne de daha sonra mimarlık çevreleri tarafından beğenilmiş sürekli eleştirilmiş, zaman zaman -af buyrun- itin kçına sokulup çıkarılmış bir yapı. "Fosilize olmuş bir uzay gemisi", "onu yıkmak için kontrollü bir nükleer patlatma gerekir" filan deniyor. Kentin sakinleri ondan düpedüz utanıyor. İnternette yüzlerce eleştirel yazı var. Bana sorulsa;  “ulan aferin, ulan iyi; yapanın eline, koluna sağlık” derim, o ayrı.
Kastamonu | Doğanyurt Hükümet Konağı| 2013 | İnternet
Bir yandan sürekli olarak b.k atılması ama her türden mimar elinde yorumlanarak tekrar tekrar vücut bulması (sanki bu yapıyı beğenmemek entelektüel ve duyarlı olmanın bir tür olmazsa olmazı) azıcık dikkati hakkediyor. Kamu binalarında şimdinin o gazetelerin çocuk eklerinde verilen kartondan “bina yapıyoruz” eklerini andırır post-neo Selçuklu/Osmanlı revivalizmi (aslında barok istedim biliyomusun) ve bir parça gerinin post modern hezeyanlarından evvel yurdumda da hiç beğenilmez, ama nedense hep sevilerek taklit edilirdi. Dünyada halen sayısız örneği var.


Le Corbusier | La Tourette | 1960 | İnternet 
Şimdi az beriye dönelim: çünkü işin evveliyatı derin. Kendimizi entelektüel duruşun dar ve kısıtlı bakış açısında kurtarıp, “her şeyin bi şeyi var” diyerek konuya girmek belki de en iyisi. İşte o “şey” Tam adı Charles Edouard Jeanneret olan İsviçreli mimar bir beyefendinin Lyon’lu Dominikenler için tasarladığı  Sainte Marie de La Tourette – veya kısaca “La Tourette” isimli manastır.
Charles Eduard-Jeanneret 1887-1965
Referans Resmin Sağ Altında! 
Bizim mimar daha çok “Le Corbusier” olarak biliniyor. Maalesef Türkçede bu isim talihsiz bir şekilde “kor_büzüye” olarak söyleniyorsa da, adamcağızın dehasına bu yüzden en ufak bir halel gelmiş değil. Mimar güruhu arasında halen ciddiye alınıp; neyi yapmak istediği, neyi yapamadığı ve/veya yaptıklarının nedeni  üzerinde kafa yoruluyor mu yoksa, o çok karizmatik gözlüğünün taklitleri ile mi yetiniliyor (pipo ve papyon sanırım artık iyice maskaralık malzemesi oldu) bilmiyorum.

Ne olursa olsun, Yirminci Yüzyıl mimarlığı ile, ya da genişçe sanatı ile ilgilenen herkesin hakkında fikir ve bilgi sahibi olması gereken bir zat. Etkileyici bir kilise yorumunu üç taraftan manastır kütlesi ile çeviren bu çok güzel brüt beton yapı 1960’da tamamlanmış. Rahipler ve mimar tarafından geniş bir arazinin istedikleri yerine yapma şansı verilmiş olduğundan -doğal olarak- en güzel yere inşa edilmiş. Yumuşak bir eğimle aşağıdaki akarsu vadisine inen çimenlik tepenin yukarıdaki koru ile birleştiği yere… Bu yüzden hemen hemen tüm fotoğraflarda manastır güney ve batı cepheleri ile ve düşük bir koddan çekiliyor. Başka bir deyişle ayrı bir bina niteliğindeki o şık kilise ve teras çatıdaki  meditasyon alanı pek görülmüyor.

Le Corbusier | La Tourette | 1960 | İnternet 
Çatıya gezinti/meditasyon terası fikri, Corbusier’i oldukça etkilemiş başka bir manastırdan, “La Thorenet”ten esinlenme. Fakat avanak Dominikenler o güzelim çatıda manzaranın ve güneşin tadının çıkaracaklarına etraftaki korulukta meditasyon yapmayı tercih ediyorlar. Günümüzde halen kullanılmakla birlikte, artık daha çok mimarlık öğrencilerinin gezegenimizdeki hac yerlerinden biri. Naçiz fikrim diğer bir yapının da  yakın zamanda Konya Adalet Sarayı olacağı… Mübareğe bak. Hey maşşallah!

Konya Adalet Sarayı | İnternet
Doğu Akdeniz mimarisini ustaca yorumlamış bu yapı biter bitmez onlarca değişik fonksiyonda yapının cephe biçimine ve plastik özeliklerine akıl hocalığı yapıyor. Üniversite yapıları, kamu yapıları, bürolar, hatta katlı mağazalar! Yorum çabalarının yanı sıra kimi zaman da düpedüz taklit ediliyor. Yıllar içerisinde bu taklitlerden onların ardılları başka bir repertuar oluşturuyor filan… Araştırması hayli ilginç bir konu yani.
Kallman, McKinnel ve Knowles’in 1963 tarihli Boston Belediye Binasına bir daha bakalım: asık suratlı ve otorite empoze etmesi (talep edilen)  bir kamu binasının cephe özelliklerinin hepsi var. İnsanı ezip, bireyselliği sonsuz dek yok edecek ağırlıkta brüt beton kütle, içine girmek isteyenin iyice cüceleştirecek birkaç kat yükseklikte portallar, onun üstünde vatandaşa tepeden ve tam kafası üzerinden bakabilme imkanı veren çıkmalar, pencere boşluklarını derinleştiren güneş kırıcıları (tek başlarına kalınlıkları yetmezmiş gibi ikişer ikişer konup iyice kalınlaştırılmış) Derin boşlukların yaratacağı keskin gölgeli derin karanlıklar… Kulağa korku şatosu gibi gelse de, her şeye rağmen daha önce de dediğim gibi, güzel ve usta işi bir yorum. Hem etrafa ve çevreleyen yapılara bakınca adamcağızların elindeki malın yine de en iyisi olduğunu düşünmemek mümkün değil!

Eee, N'apsın Adamlar? Şu Etrafa Bak  | İnternet
Bu yazıyı yazabilmek için yırtınmamdaki esas amaç Burgonya’daki bir manastırın Boston üzerinden yurduma gelip ne den bu kadar da çok sevildiğini, tekrar edildiğini açıklamaktı. Şu arka plan işi bitti de  esası gözden kaçırmadan konuya gireyim:  

Dedim ya, bizim dahi üstad Doğu Akdeniz mimarisinin bazı ögelerini yorumlamış diye;  brüt betonun pütürlü yüzeyinin kendi dokusunca yaratılan gölgelerden kaynaklanan güneş kırıcı etkisi ( bu hep söylenir de, bodrumdaki kaba sıva evler vs, hiçbir zaman ikna edici bulamadım), pencerelerin derin güneş kırıcılarla sert güneş etkisinden, dolayısıyla aşırı ısınmadan uzaklaştırılmaları, birbiri üzerine binen kat çıkmaları. Tüm bunlar Marmara'nın batısından başlayarak, İç ve Kıyı Ege’deki  vernaküler mimarinin de  temel özellikleri aslında.
Kula | 2009 | BvP 
İki kat üzerinde yükselen çıkmalı yapı formu ve prekast dikey güneş kırıcılar, özellikle İç Egede insanı kusturacak kadar çok tekrarlanan bir sakız. Örneğin Kula evleri ve onun “yorum”ları insanda kafasını pencerelerin o prekast güneş kırıcılarına çarparak intihar etme isteği uyandırır (bende). Civardaki tüm kamu yapıları, hastaneler,  iş hanları, oteller hep bu tekrar üzerine bina edilmişlerdir. Bunu vernaküler mimariyi aşağılamak için değil, “ehliyetsiz yorum lisansı” diye bir şey olduğunu vurgulamak için söylüyorum.
Bu ehliyet herkeste yok, ama belli ki manastırı güzelce yorumlayan bizim Bostonlularda var. Bilmeden etmeden Türk Kamu mimarisinin ilerideki otuz yılına damgasını vuracak bir şablonun  müellifi oluyorlar.  O kostüm büyük bir tesadüf eseri hem bu coğrafyanın genel mimari çizgileriyle, hem de hakim devlet anlayışı ile uygunluk gösteriyor. Aynı tekrarı kullanan ve kazanan yarışma projelerinin hemen hemen tümünün 1980 sonrasının yarı askeri hükümet etme egzersizinde yeşeren  ürünler olduğunu unutmayalım.
Hükümet konağı yarışmalarında sayısız kere tekrar edilmiş bu şablonun kayda geçmiş ilk taklidi bildiğim kadarı ile 1968’deki Kars Hükümet Konağı yarışması. Şeref, birincilik ödülünü alan Vedat Özsan ve Umut İnan’a ait. Yapı uygulanıyor da ve açık söyleyeyim, son yılların diğer örnekleri ile kıyaslandığında hiç de kötü değil. Tabii Kars gibi güneşin az bulunur bir nimet olduğu, sıcaklık değerlerinin Ağustos ayında bile yirmili dereceleri geçmediği bir coğrafyada güneş kırıcıların ve altlarındaki derin gölgelikler oluşturarak binayı serinletmesi beklenen iki kat yükseklikteki kolonların anlamını tartışmadan.
Aliağa Hükümet Konağı | Nuran - Merih Karaaslan | 1983
Yüklenici MFE  İnşaat  İnternet Sitesinden 
Zonguldak Hükümet Konağı | Nuran - Merih Karaaslan | 1984 | internet
Sonraki dikkate değer örnek 1983 tarihli Aliağa Hükümet konağı. Burada o güneş kırıcıların da kaba sıva yüzeylerin de, bina altı gölgeliklerin de anlamı var  elbette.  Müellifleri  bir dönem yarışma ve uygulamalarda fırtına gibi esen Nuran – Merih Karaaslan. Boston’un oldukça düz bir taklidi niteliğindeki bu proje de uygulanıyor ve hem Karaaslan ailesi hem de bakanlık bu şemayı çok sevmiş olacak ki, 1984’ tarihli Zonguldak Hükümet Konağı yarışmasında tekrar kullanıp yine kazanıyorlar! Bu arada Giresun Hükümet Konağı da aynı şema  ile – ama renk farklı bak – bizimle birlikteliğini sürdürüyor. 1986 tarihli bu çok özgün çalışma Semra ve Özcan Uygur isimli mimar aileye ait.

Giresun Hükümet Konağı | Semra - Özcan Uğur  | 1986 | İnternet 
Fakat bildiğim  en arsız  taklit  İstanbul, Aksaray’daki İSKİ binası. Müellifine ait bilgiye ne yazık ki ulaşamadım (belki adamcağız o gün bu gündür saklanıyor). Ancak, binayı yapan müteahhidin sitesinde oldukça güzel fotoğraflar var. Otuz yılı aşkın süredir kullanılıyor ve adındaki “kanalizasyon” kelimesine yaraşır bir şekilde bozundurulmaya devam ediliyor. Şu anda üzerine bir bile değil, iki kat çıkılıp,  acayip bir renge boyamış durumda (o acayip mavi renk her halde suyu simgeliyor). Öyle ki, insanın hizmete açılmadan önce çekilen fotoğraflara bakıp “ulaan o kadar da kötü değilmiş be” diyesi var. Bence her mimarlık fakültesi bu yapıya geziler düzenlemeli. Üzerine tezler yazılmalı ve sempozyumlarda bildirilere konu olmalı.

İstanbul Aksaray İSKİ Genel Müdürlüğü | 1984 - 1985
Yüklenici Çakır İnşaat İnternet  Sitesinden 

İstanbul Aksaray | Su ve Kanalizasyon İdaresi| Mart 2014 |BvP
Son Söz:
Yazıya konu yapı tarzı Türk Mimarlık tarihinin fenomenlerinden biri olmakla beraber, günümüzün taşra beğenisini baş tacı eden yeni yerel ve merkezi yönetim anlayışının – “tarihi ve kültürel dokuyu yansıtan, yöresel mimariyi ön plana çıkartan aynı zamanda vatandaş odaklı hizmet anlayışını yansıtan, kimlikli ve kişilikli Hükümet Konakları yapmaya özen gösteriyoruz” -  kağıt üzerindeki ve uygulanmış örnekleri ile (“Kimlik ve kişilik” konusunda Hakkari Merkez ve Sinan Paşa Hükümet Konaklarını hasseten tavsiye ederim) kıyaslandığında acaba ne kadar kötü ve çapsız? Bu sorunun cevabını,  yapacak daha iyi bir işi olmayıp da şu yazdıklarımı okuyanlara bırakıyorum.

BvP
............ 
Meraklısına bir iki laf:

Gerçekten de 20. Yüzyıl mimarlığının belki de en önemli ismi, Uluslar arası üslubun  ilk kuşak temsilcilerinden Le Corbusier hakkında İnternette ve Türkçede basılmış olarak epey bilgi var. Mimarlığa ve Dünyaya bakışını yansıtan erken  tarihli önemli kitabı “Bir Mimarlığa Doğru” Yapı Kredi Yayınları Tarafından 1999 ve 2001’de iki baskı ile yayınlandı.  Benim La Tourette ve genel olarak Mimar hakkındaki bilgileri tazelerken kullandığım kaynak S. Gideon’un çok işe yarar ve her eve lazım kitabı “Space Time and Architecture”. Bay Gideon kitabın bir bölümünde İsviçreli’nin mimarlık serüvenini anlatıyor. Türkçeye bin bir türlü saçmalık çevriliyorken neden bu önemli kitabın halen  çevrilmemiş olduğunu anlayabilmiş değilim.

Mimarlar Odası Ankara Şubesi’nin yayınladığı “Yarışmalar Dizini 1930-2004” adlı kitap (Ekim 2004) geçmiş yılların yarışmalarını genel olarak Arkitekt  ve Oda yayın organı Mimarlık üzerinden tarayarak oluşturulmuş bir yayın. Merak edene Türkiye’nin mimarlık serüveni hakkında çok şey söylüyor. 

Mayıs 06, 2014

Houston, Bi Sıkıntımız Var! *


* Bu lafın aynısını İngilizce olarak - ama ukalalık olsun diye değil, başka dil bilmiyor adamcağız- 14 Nisan 1970’de Apollo 13’ün komutanı  Bay James A. Lovell sarf ediyor. 
O tarihlerde Amerika şimdiki gibi değil. Ayped, ayfon daha icat edilmemiş. Dişçi Bay Edward Zuckerberg bey’in bir oğlan çocuk sahibi olmasına daha on dört yıl var. Fukara Amerikalılar da can sıkıntısından Güneydoğu Asya ormanlarında yangın bombalarıyla insan avlayıp,  Aya filan gidiyorlar.

Rabbim Yalnız Yıldız Eyaleti Dedi
Biz de “Houston için yolculuk vaktidir” dediğimizde eş dost hemen “hayrola bi sıkıntı mı var” diye sordu. Doğru ya,  orası öyle sebepsiz gidilebilecek bir yer değil.  Bizim Maraş’ın dondurması, Devrek’in bastonu  gibi onları da hastanesi, doktoru meşhur. Eski maliye bakanlarımızdan birinin sayın eşlerine Rabbim Cleveland demiş olsa da, Türk milleti zorlu illetlerin çaresi için umumiyetle Houston’un yolunu tutar.

Tabi bizim derdimiz sağlık filan değil. Hatta, zorumuz bu güzide şehirden iki saatlik mesafedeki başka bir yer ile… CollegeSation/Bryan kasabasında konuşlu Texas  - çok afedersiniz- A&M üniversitesine gideceğiz. Hemen “Ulan sen bir orta yaşlı yedek parça satıcısı adamsın, ne işin olur ilimle irfanla” demeyin, zamanında bizde böyle üniversite çevrelerinden filan dostlar edindik. O dostlar ki seksenlerin ortalarında birkaç sene içinde Bodrum gibi yerde genç bir hıyarı –bir parça -  adama dönüştürdüler. Kısacası hakları ödenebilir değil. Geçen yıllar içinde ilişkimiz hiç kesilmedi. Yazları Türkiye’de çalışmaya geldiklerinde birkaç gün de olsa gidip gördüm. Bana her yıl dünyanın bir ucundan model uçaklar, zor bulunur kitaplar, bisiklet yaka fanilalar filan taşıdılar. Yine her yıl sonbaharda Bodrum’daki güzel evlerinde bir hafta geçirmemize izin verdiler. Kısaca, çok sabırlı eşhas. Sonra yıllar içinde cebimiz bir miktar para gördü de, hayatta en değer verdiğim, adam yerine koyduğum üç güzide insanı, Fredbey, Doktormengele ve Semaabla’yı yaşadıkları üniversite kasabasında ziyaret edeceğiz. Bu Doktormengele çok acayip bir insandır. İnsan diyorum ya, bakma lafın gelişi. Yarı insan yarı makine.  Bildiğin siborg. Sözde arkeolog geçinmekle birlikte, B24 bombardıman uçağının kanat aerodinamik özelliklerinden tut; ontomoloji, kelebekler,  türlü mühendislik, Helenistik mimarlık, metalürji, buharlı lokomotifler, kısaca işe yarayan, yaramayan ne varsa bilgisi dahilinde olup, sağlam  bilgi birikiminin görkemli bir mendeburlukla bileşimidir. Otur on dakka konuş, sonra hayatının geri kalanını cahil bir salak hissiyatı ile geçir.  Zaten seyahatimizin esas –ve gizli- amacı  da doktor’un üniversitedeki odasında bulunan kitapları, tezleri ve sempozyum bildirilerini eşeleyerek hoşça vakit geçirmek, gözüme kestirdiklerime el koymaktı. Yurdumdaki yeni yetme çoğu dükkan/üniversitenin kütüphanesinde bulunandan daha fazla işe yarar şey var bizim siborgun odasında.
 
Gıcır gıcır, kocaman ve tıklım tıklım dolu uçağa biniyoruz.  Fredbey  de bizle geliyor , fakat onda para bol olduğu için önde, daha konforlu bölümde seyahat edecek. En arkalarda bir yere Miki ile beraber kurulup,  hemen gözüme kestirdiğim bir hostes hanımefendiye içinde bulunduğumuz aracın içinde  yeterli miktarda bira olup olmadığını soruyorum, aldığım cevap içimi rahatlatıyor. İçerisi çarşı hamamını andırmasına rağmen servis filan pek güzel.  Biçare görevliler sürekli olarak bir şeyler tıkınma önerileri ile koşturup duruyor. Elimdeki o her zamanki sıkıcı kitaplardan birine tam kendimi veremeden ve tüm önerileri ciddi miktarda bira ile tüketip uzun saatler sonra, Türk hafif Osmanlı müziği tımbırtıları eşliğinde Houston Corc Buş (baba olanı) havaalanına iniyoruz. Vakit akşamüstü,  havaalanı kişiliksiz, bir parça köhne ve doğal olarak kocaman. Herhangi bir özellik saptayabilmek için yırtınıyorum ama nafile. Tatsız bir yer işte.

“Defol Buşt”

Pintilik Edip Şunu almadım Ya, Bütün Seyahat boşa gitti.
Çizmelere dikkat! 
Birleşik Devletlerde zaman geçirmeye meraklı birkaç yüz insanın yüzüne bakmak, fotoğrafını çekmek, bi yerlere parmak bastırtmak ve iş olsun diye arada saçma sapan sorular sormak için çok az miktarda görevlinin olduğu pasaport kontrolünden geçebilmek için usanç ve nefretle saatlerce bekliyoruz. Sıkıntıdan Miki’ye, “eğer şu hıyarlardan biri kalacağımız adresi sorarsa; necrofilia drive,  69 cunnilungus blocks olarak bildireceğim” deyip korkutuyorum. Milliyet ayrımı gözetmeksizin devlet memurları ile benzeri şakalaşmalarıma geçmişte de şahit olduğu için cidden ürküyor. Şaka olduğunu söyleyip rahatlatmaya çalışıyorum ama nafile, aklının bir yerlerine yerleşti fikir. Havaalanından çıkana dek rahat etmeyecek artık.
Bu Prezidan Buş’un salak bi oğlu vardı. O da allem etti kalem etti, nihayetinde başkan oldu. 2004 yazında da Türkiye’ye geleceği tuttu kerrestenin. Gelmesin, gelse de istemediğimiz anlaşılsın diye zart zurt edip, “defol Buşt” diye bağıranlar arasında ben de vardım. Acaba kulağına mı gitti de babası oğlanın intikamını alıyor, diye düşünüp dalga geçerken sıramız geldi huzura çıktık. Cumartesi günü  sıkıcı bir mesainin sonlarındaki Güney Doğu Asyalı oğlan kaatlarımıza bakıyor, parmaklarımızı bir yerle tutmamızı söylüyor ve yapıştırıyor damgayı. O çok anlamlı “yolculuğunuzun amacı nedir” sorusunu duymadığıma memnum tabii.
Kapıda Doktormengele bekliyor bizleri, karşılıklı seyirtip sarılıyoruz. Herkes bu bktan yerden bir an önce kurtulmak istiyor. Garajdan çıkıp, Doktor’un pek de iyi bilmediği anlaşılan karmakarışık otoyol ormanındaki itiş kakışa biz de katılıyoruz.

Çöl Ulan Bura
Efendim, biz Türk çocuklarının aklına “Teksas” denince ya Tommiks’in nişanlısının “turta” muhabbeti gelir ya, “saloon” lar, ha  bi de çöl...  Yalan, külliyen yalan. Her yer, bağlık bahçelik, otluk, çayır çimen. Bu avanak Teksaslı milleti otu, bağı bahçeyi sevdiği yetmezmiş gibi,  yabani çiçeğiyle filan da gurur duyuyor. Yol kenarında, denizi andıran o çok güzel mavi çiçekleri  - Blue Bonnet,  Lupinus Texensis - durup mal gibi seyreden mi ararsın, içine oturup hatıra fotoğrafı çektiren mi?  Millet seyrediyor sadece.  Kimsenin aklına  “dur şurdan topluyum bi güzel demet, şöyle eve, vazoya...”  gelmiyor. Dedim ya, salak bunlar. Yol boyu bu mavi, turuncu – Indian Paint Brush -  çiçek denizinin ötesindeki  bomboş otlaklarda   birkaç  upuzun boynuzlu, zekice bir tanımlamayla “Texas Long Horn” adı verilmiş sığır tembelce otluyor. Zaman insanlar için de hayvanlar için de durmuş, ya da çok yavaş geçiyor gibi.  İnekler, yeşil bomboş alanlar, alçak yayvan binalar, berrak ve güzel bir hava. Pastoral bir aurası var buranın. Ama biraz tuhaf da sanki…  Çok büyük, boşluklu alanlarda yaşayan ve hiçbir şey için acelesi, yapacak da fazla işi olmayan ahalinin belli ki canı sıkılıyor. Can sıkıntısını izale maksatlı kocaman gıcır gıcır kamyonetlere atlayıp,  kilise filan geziyorlar,  adım başı kilise görüyoruz yollarda. Bu kadar mabede değirmenin suyu nerden geliyor?  “U.S. Diyanet İsleri Baskanligi” filan mı var diye Mikiyle konu üzerinde keyifle kafa ve çene yorarken, cevap bizim dostlardan geliyor:  Bu kiliselerin cemaatleri tarafından desteklenen, yalnızca onların parasal katkıları ile ayakta duran  tamamen hür teşebbüse ait “işletmeler” olduğunu öğreniyoruz. O yüzden de herkes elindeki malı en iyi şekilde satmaya çalışıyor. Bu bize bazı kiliselerin neden görkemli, bakımlı ve şık olduklarını ve önlerindeki kocaman, alışveriş merkezlerinde rastlanabilir boydaki otoparkları açıklıyor. Demek onlar daha iyi, daha taze mal satıp daha çok müşteri topluyorlar. Belki bazıları sürümden kazanıyor. İnsanın aklına “peki outleti, toptancısı filan da var mı “  demek geliyor. Çok müşterisi olmayan din evlerini oldukça mütevazi mimarilerinden anlayabiliyoruz. Kiminin girişlerindeki büyük tabelalarda vaizin reklamı yapılıyor, birkaç özlü söz var filan. “Vaazda olay… Kredi Kartına Üç Taksit... Ayin Şimdi, Ödeme Hasattan Sonra…” türü yazılar da bekledim ama göremedim. Belki de kaçırdım, bilmiyorum yani. Tuhaf olan başka bir şey de küçücük kasabanın merkezinde de en az çevredeki ibadet müesseseleri kadar avukat, kefalet bonocusu filan olması! Kocaman bir mahkeme, ona ek binalar filan da cabası… Bi tuhaflık var o çok açık. Sanki insanlar can sıkıntısından ne yapacaklarını bilemez halde kamyonetleri ile birilerini çiğneyip veya silahla ortalığa ateş açıp, neticesinde mahkemelerde epey sürünmek sureti ile avukatlara, kefalet bonocularına söğüşlenip,  bir daha bu işlere tövbe ederek kiliselere koşuyorlar gibi.  Evet, galiba işin özeti bu.


Kalkıyor, E5'den Cennet.

Bilgimizi Görgümüzü Artırıyoruz
Küçük Amerikan kasabaları hakkında biraz daha bilgi sahibi olalım diye Semaabla bizi Bryan kasabasına sabah saati bırakıp okula gidiyor, öğlene doğru buluşmak üzere sözleşiyoruz. Ama arabadan indiğimiz andan itibaren burayı tek etmek  konusunda dayanılmaz bir istek sarıyor ikimizin de içini. İnanılmaz bir yer burası.  Saat sabahın  onu ve ortalıkta bir Allahın kulu yok!   Yürüyen insan evladı görmeyi zaten ümit etmiyordum da,  arabayla dolaşan da yok.  Her yer terk edilmiş gibi. Anlamsızca geniş sokaklarda bir süre sürtüp  birkaç hediyelik eşya dükkanına girip çıkıyoruz.  Atmosfer, satılan bok püsür  ve satıcıların tavrı  bizim  Galata’daki züppe butikleri andırıyor. Ulan Texas’ın göbeğindesiniz. Kime bu hava? Halbuki ben Norman Rockwell ortamları veya  adı  “Twyla Fay” o da olmadı “Kimberley” olan güneyli beybilerin bira ve etli patates servisi yaptığı; üzerinde “John Deere” yazılı plastik şapkaları ile tütün çiğneyen köylülerin ve kamyoncuların  sessizce bilardo oynadığı  loş ve güzel barlar bulacağımızı hayal ediyordum.
Ulan Bir tane Allahın Kulu Olmaz mı?
Birkaç kuaför ve kefalet bonocusundan, bir de dünyanın en gerekli şeyiymiş gibi kovboy şapkaları satan dükkandan başka hiçbir yerde yaşam belirtisi algılanmıyor. “Geri dönelim, evde veya okulda takılırız” diyoruz da, gel gör ki bırak  otobüs tertibatını, taksi bile yok ortamlarda.  Miki bir kuaföre girip “taksi” adlı cihaz  hakkında bilgi almaya çalışıyor, içeride bulunan organizma kendisine Türkçe “koçum buralarda şöyle iyi bi  işkembeci veya cağ kebapçısı filan var mı” demişiz gibi baka kalıyor yüzümüze.


Çaresiz iki kasaba arasındaki birkaç kilometreyi yürüyeceğiz. Kasabın çıkışı terk edilmiş depolar, kamyonet tekerleği satıcıları, kamyonet tamircileri, kullanılmış motorlu araç satıcıları, ucuz, sefil moteller  ve çok, çok ucuza ıvır zıvır satan marketlerle  dolu. Birine giriyoruz, satılan en karmaşık ürünün altılı pakette  naylon bira altlığı, en pahalı şeyin de bir dolar sıfır beş sent olduğu acıklı bir yer burası. Ortalıkta Meksikalı olduğu anlaşılan çirkin karılar ellerinde sepetlerle dolaşıyorlar. Benim aklımdaki gelişmiş tüketim toplumu resmine hiç uymayan işletmeye fazla dayanamayıp çıkıyoruz.  Bu tuhaf yerde tüm kapalı mekanlarda klimalar son takatleriyle çalışıyor. Bir gün önceki Houston Johnson Space Center gezimizden beri boğazım ağrıyor ve kendimi berbat hissediyorum, anlaşılan hastalık kapıda. Biraz ilerde “Dollar General” adlı başka bir patetik market var. Bununla beraber bizim general öyle osuruk bir işletme değil… Genellikle güneydeki ufak kasabaları gözüne kestirerek büyüyen ve ülke genelinde yaklaşık  on bin  dükkanı olan bir dev. Seyahat planlarımda bir Dollar General gezisi de vardı ama, kendimi gittikçe bitkin ve yorgun hissediyorum. Otomatik açılır şemsiye, iş eldiveni ve/veya buzdolabı kapağı mıknatısı görebilecek durumda değilim.
 
Yol boyunca yürümeye devam ediyoruz. Kaldırımlar inanılmayacak kadar geniş ve boş, ortalıkta halen kimse görünmüyor. Ana yola çıkmak üzereyken bizle karşılaşan sürücüler durup nazikçe yol veriyorlar.  Her an birinin şerifi aramış olduğunu ve birazdan önümüzü kesecek olan sirenleri açık arabayı bekliyoruz. Şerif inecek ve “hey ! Siz iki hıyar... Ne yaptığınızı sanıyorsunuz ha? biz burada yabancıları, hem de arabasız yabancıları sevmeyiz” diyecek. Biz de sinirlenip kasabayı ateşe vereceğiz sonra, yatıştırmak için acemi birliğinden Tosyalı bölük astsubayımı arayıp bulacaklar, o beni ikna edecek filan. Neyse, şerifi beklerken sıkılmayalım diye  duvarında “Pawn Shop” yazan başka bir sefalet konağından içeri giriyoruz. Burası bildiğin  rehineci. Loş bir köşedeki tezgahta Meksikalı oldukları belli gençten oğlanlar duruyor ve ilgiyle bize bakıyorlar. Girişin hemen yanında motorlu testere, yanında da  Ümit Besen model bir elektrikli piyano var . Yerde kocaman şapkalı bir herif çömelmiş, plastik leğenden cıvata seçiyor. Dükkanın içlerine doğru altı camlı başka bir tezgahta walkmanlar, eski saatler, boktan fotoğraf makineleri, tuşları eksik dizüstü bilgisayarlar seçmeye başlıyorum. Ne dükkan belgesel kanalında gördüğümüz o şıkır şıkır yere, ne de içindeki herifler o dükkandaki sevimsiz ama  -en azından – güleç ve semiz Amerikalı aileye benziyor. Bu herifler her an kollarımızı motorlu testere ile kesip saatlerimizi aldıktan sonra öldürüp, dükkanın zeminine gömecek gibiler. Akşam evde o dükkandaki çoğu malın etraftaki küçük hırsızlar tarafından çalınan şeyler olduğunu, parasıyla da uyuşturucu alındığını öğreniyoruz. Bize saldırıp soymamış olmalarının tek nedeni durumun gözlerine fazla kolay görünmüş olması olabilir. 
Hey Migel, her şey bu kadar da uygun olamaz.  Federallerin bir tuzağı bu. Sakın sazan gibi atlama dostum!”
 
Hayır Nüyork'taki Değil, Bu "Holiday" Olan. Byan Çıkışı, Yan Yol, TX.
Su Almak Kolay mı?

 
Azcık daha yürüyüp kapağı biraz ileride başka bir süpermarkete atıyoruz. Elbette burası da donuyor, vakit geçsin diye raflar arasında dolaşıyoruz. Düz bir saptamayla “boku çıkmış” şeklinde özetlenebilecek bir tüketim malı tipolojisi var burada. Amerikalıların kişisel temizliğe ne kadar düşkün oldukları hemen anlaşılıyor; ağzı, kıçı kokmasın, çevresinde ter kokusu bulutu ile dolaşmasın diye satılan nesnenin haddi hesabı yok. Bolca kullanıyor da namussuzlar,  hiç kokanına rastlamadım. Yaşlı, genç, zengin, fakir, kadın erkek herkes tertemiz (bi tek o Migel’den pek emin değilim). Fakat şahsi kanaatim, fazla seçeneğin insan doğasına her zaman uygun olmadığı.
Su, bildiğimiz, hani şu çeşmeden akan, içilebilir türden su alacaksın değil mi? E o kadar kolay değil bu işler. Önce içecekler bölümüne gidip; raflar, nesiller  boyu uzanan meyve suları, doğal meyve suları, sentetik  meyve suları, çok sentetik meyve suları  (tabii böyle demiyorlar, hepsinin çok fiyakalı isimleri var) sütlü içecekler, gazlı içecekler bölümlerini geçip, -eğer- bulabilirsen su bölümüne geliyorsun. Nedense üreticilerin işine  bu sıvıyı düz “su” olarak satmak gelmediğinden, yasemin kokulu olanı, çim bilmemnesi kokulusu, yağmurda kalmış ıslak köpek gibi kokan, yarım gazlı olan, yarım gazlıya yasemin kokusu katılmış olanlarını satıyorlar. Bu açıdan bizim park ve bahçeler müdürlükleri ile şaşırtıcı bir benzerlikleri var. Yahu otoyolun iki yanındaki tümseklere düz çim eksenize, sadece çim! Ama hayır, illa üçgen  çiçek tarhları, onları sınırlayan odunlar, köşelere bodur bitkiler ekip b.kunu çıkarmak gerekli. Her iki gruba da bir şey basit, düz ve sade olursa yetersiz ve kötü olurmuş gibi geliyor. Globalleşme işte böyle bişey.
Uzun uğraşlardan sonra  buluyoruz bizim dostu. Bu çalışmalar sırasında et, türlü kümes hayvanı ve soğuk satılır diğer yiyecek bölümlerine yaklaşmamaya dikkat ediyoruz. Mekandaki genel ısı düşüklüğü yetmezmiş gibi bu bölümler özel olarak, ceset saklanıyormuşçasına soğuk.  Bir şişe normal içme suyunun aynı boydaki sentetik portakal suyundan daha pahalı olduğunu fark edip yüksek sesle küfür etmekten başka bir şey gelmiyor elimden. Bereket versin, yiyecek içecek –esasen her şey -  yurdumla kıyaslandığında oldukça ucuz.


Doyamayanlar İçin Tekrar Bryan, TX
Gittikçe kendimi daha kötü hissediyorum. Hem artık iyice emin olduğun gripten hem de bütün bir sabahı anlamsızca dolaşarak geçirmiş olmaktan moralim iyice bozuyor. İşin çığrından çıkmaya başladığın sezen Miki, önündeki mevzilere topçu atışı  isteyecek subay titizliği ile konumuzu saptadıktan sonra  durumu telefonla Semaabla’ya bildiriyor. Hassas verilmiş koordinatlara rağmen Semaabla’yı bulunduğumuz yer ve oradaki kocaman alışveriş merkezi konusunda ikna edemiyoruz bir türlü. Çünkü oradan en son geçtiğinde şimdi  otoparkında beklediğimiz tüketim mabedi yokmuş! Dolayısıyla orada olmamamız gerektiğini söylüyor.  Çevreme bakıp “ulan acaba tüm bunlar Bryan belediyesinin kenti yürüyerek kat eden biz iki hıyara düzenlemiş olduğu bir şaka mı? Kasabanın merkezine kurulmuş dev ekranlarda halimize bakıp katıla katıla gülüyorlar mıdır?” Diyorum Miki’ye. O da benzer hisler içinde. Semabla’yı  sonunda inandırıyoruz ve yarı melek yarı insan – daha çok melek- ev sahibemiz kısa sürede gelip bizi kurtarıyor bu gerçek üstü yerden. Öğleden sonrayı bitkin bir şekilde yatakta dinlenerek geçiriyorum ama çok mutluyum. Sabahki uzun yürüyüş  sırasında rehinecideki o dingillere,  süpermarketlerdekilere ve bilimum kasaba halkına grip mikrobu bulaştırmış olabileceğimi düşünüp seviniyorum.

Belki Cennet  College Station/Bryan civarındaki  gezilerimizi de bi ara yazarım.