Emsallerine faiktir

Eylül 17, 2014

Sedit Qui Timuit Ne Non Succederet (Ayran Heykellerine Addendum 2014)


İki bin yıl önce ne güzel söz söylemiş bay Quintus Horatius Flaccus.  Kabaca,  “başarısızlıktan korkan, hiçbir şey yapmadan  ‘lök’ gibi oturur... Tabii Böyle benim gibi kaba saba değil, son derece şık söylüyor. Şair Horace’ın bu zarif deyişi artık pek hatırlanmıyor olsa da, çok İşlek Bursa – İzmir karayolu üzerindeki bir kasaba halkının entelektüel dağarcığında önemli yer tuttuğuna, orada hiç unutulmadığına artık eminim. Orası İç Ege’de değil de, Galler’de veya İsviçre’de kurulu olsa ambleminde mutlak bulunacak  motto bu.
Başarısızlıktan korkmadan, hep bir sonrakinin daha iyi olması için  yılmaz bir çaba ile çalışıp didinen Susurluk kasabası sakinlerinin medar-ı iftiharları, “ayran” adlı sıvının plastik düzleme kusursuzca yansıtılıp beğeniye sunulması konusundaki gelişmeyi bu bloğun derinliklerinden takip mümkünse de, günümüz  “bilgi toplumu” üyelerinin bilgiyi arayıp bulmaktaki tembellik ve isteksizliğini ve “hafıza-i beşer nisyan ile maluldür” deyişini göz önünde bulundurarak, toparlayıcı bir özet geçmek istiyorum.
Hem artık Belediyede ayrı bir birim – daha çok başkana doğrudan bağlı bir daire başkanlığı, belki müdürlük,  ama kesinlikle şeflik değil – oluşturularak çalışmaların sürdürüldüğünden emin olduğum konu ile ilgili çalışmalar öylesine yoğun, alanda öylesine baş döndürücü gelişmeler oluyor ki,  bir yerlere kayıt edilmesi lazım.  Eminim Ayran Heykeli Araştırma Geliştirme ve Uygulama Daire Başkanlığı’nın aylık faaliyet raporları, bültenleri de vardır ama nitelikleri gereği bizler gibi sıradan meraklıların ulaşabileceği şeyler olamaz. Buna rağmen Belediye’nin internet sitesini arada sırada kontrol ediyorum; Şöyle uluslararası katılımlı “İslam Penceresinden 21. Yüzyılda Ayran Plastiğine Yeni Yaklaşımlar” veya  “Geleneksel (Osmanlı) El Sanatlarımızın (Osmanlı) Sentezi Noktasında  Günümüz Ayran Heykelciliği”  sempozyumu duyurusu görürsem katılacağım.

Her şeyin Başlangıcı | 200? - 2009 
Neyse, galiba her şey iki binlerin başında Kasabanın girişindeki bir havuzun ortasına dikilenle başladı. Evet biraz düz, hatta dümdüz  ifade etmişti sanatçı; azıcık  "elişi" ödevi gibiydi ama, önceki on yılın büyük bölümünde hep  kamyonla çarpışıp hurdahaş olan kocaman siyah  bir otomobilden saçılan bokla anılan bu kasaba için yeni bir soluktu.  Üstelik her şey o karanlık trafik kazası ve her zaman kelek çıkan kavunların sergilendiği  yol boyu ile tanınmaktan  iyiydi. 
Bir süre sonra ifade biçimi ve insan boyutunun eksikliği ile yetersiz bulunan simge terk edilip yeni arayışlara gidildi. Yeni bakış açısı hem insan ögesi ekliyor,  hem de ürünün yapım aşamasındaki çok, ama çok önemli bir cihaza vurgu yapıyordu. “Yayık” adı verilen bu üstün teknoloji ürününün ağaca iple bağlanarak, yatay eksende kap içindeki sıvının ivmelendirilişi ile  iş görenleri olduğu gibi, sonuca  silindirik kesitli bir ahşabın dikey aks üzerinde manuel hareketi  ile ulaşanları da vardı!  Ayrıca üretimde makineleşmenin sonucu olarak seksenlerde “şanzımanlı çamaşır makinesi” de kullanılmıştı. Üç seçenek içinden, sanırım algı kolaylığı nedeniyle dikey ekseni kullanan “dibek” türü tercih edildi.

İnsan Odaklı | 2011
Heykelin tamamlanmasından sonra henüz öğrenemediğim nedenlerle  - aşırı itina olabilir- kaidenin yapımı oldukça uzun sürdü. Yine de tekil öge vurgusu unutulmayıp, periferiye alınan  (Belediye çay ve ayran bahçesinin önü)  “Ayran Bardağı" tekrar yorumlandı.

Yeniden Doğuş | 2011
Ancak; değişen, yenilenen estetik algılar nedeniyle maalesef bu grup da artık gözden düşmüş durumda. Üretildikleri dönemde doğal malzeme renginde bırakılmış heykeller bölgeye son ziyaretimde ( Temmuz 2014) elden geçirilmiş ve  boyanmış olarak  parlak  Ege güneşi altında göz kamaştıran renkleri ile "fovist” bir tarz sergiliyorlardı.

Giacometti'yi Ararken | 2014
Bu yıl imgenin esas ögeler yerinde bırakılarak yeniden ele alınışını görmek,  hakim belediyecilik iklimine artık alışmış biri olarak beni fazla şaşırtmadı. Belediyenin ilgili daire başkanlığı hizmet  “noktasında”  şakır şakır çalışıyor, başarıdan başarıya koşuyordu işte. Fakat asıl ilginç olan, anlatımın soyut kimliği. İnatla Batı kaynaklı estetik kavramları, birikimi daha doğrusu her türlü “anlayış”ı açık bir nefretle reddeden yeni kültürel diskurun çok dışında duruyorlar. İzmir yönüne  konuşlu dişi ayrancı ile eminim gerilim ve denge  amaçlı olarak o kötü kavşağın karşısına konmuş müzekker aksi,  Giacometti heykellerini  andırıyor. Hele önceki  çalışmanın  30’ların  tek parti egemen sanat anlayışını yansıtan,   “milli” olmayan toplumcu çizgisi ile kıyaslanınca,Türk İslam köklerine dönüş vurgusunun böyle geciktirilmesi kafa karıştıran bir durum. İnsan en azından bir fes, bir kuşak, olmadı dibek üzerinde Selçukluyu hatırlatacak bezemeler bekliyor. Şalvara rağmen; dipdiri vücut hatlarını  ortaya koyan o daracık "body" ve  topuklu ayakkabılar ile milli hassasiyetler "noktasında" sınıfta kaldığı aşikar. Sanırım yerel yönetimler merkezi idare kadar cevval değil bu konuda. Diğer bir eksiğin de, ardılların tümünde vurgulanan ve elbette çok önemli ayrıntı, "ayran köpüğü" motifine bu yeni çalışmada yer verilmemesi olduğunu düşünüyorum.
Gelecekte de zuhur edeceği kesin yeni ayran heykelleri üzerinde düşünme - yazma dileği ve  sağlam inancı ile...

BvP. 

Eylül 13, 2014

Regulus

Regulus USS Growler'in Üzerinde |
Intepid Müzesi, New York | 2000
Bu fotoğrafı Miki benim için 2000’de çekmiş. New York Limanında  emekli uçak gemisi Intrepid ve üzerinde bir sürü ölümcül alet edevatla birlikte oluşturulan müzenin bir parçası, denizaltı USS Growler’ üzerindeki  Regulus  seyir füzesi [1] .  Mezkur denizaltıyı limanın sığ ve çamurlu sularında sergileyebilmek için makus talihini yenmek çok kolay olmamış.  Amerikan Deniz Kuvvetlerinin hedef envanterinden kurtarmak için devlet kademelerinde  “ahbap-çavuş” ilişkilerinden epey yararlanmak, bolca nüfuz kullanmak,  o dönem Amerika Birleşik Devletleri ile Sovyetler Birliği arasında süren stratejik silahların kısıtlanması görüşmelerinde cihaza ayrı bir statü sağlaması için epey yırtınmak  ve restorasyonu için çok miktarda dolar dökmek gerekmiş. Bugün elde  tutulan plastik bir kaptan çubuk vasıtasıyla buzlu sıvılar içerek kıçta şort, ayakta terlikle  aval aval bakılabilme imkanı mümkün  silah sistemi İkinci Dünya Savaşı sonrası ortalığı kasıp kavuran o Soğuk Savaş karnavalının en ilginç sihirbazlıklarından biri; Denizaltıdan atılan bir güdümlü füze...

Aslında su altında hareket ve saklanabilme yeteneğine sahip hareketli bir platformdan  ne olup bittiğinden/biteceğinden haberi olmayan insanların kafasına ölümcül nesneler atma fikri çok yeni bir hainlik değil. Benzer çoğu şeyde olduğu gibi bunun da Almanlar tarafından “yapılmışı var”. Fikir oldukça ilkel bir şekilde,  taaa 1942’de  Alman Denizaltısı U-551 üzerinde tahta bir kasa içinden ateşlenen 6 adet güdümsüz füze ile  ilk defa fiiliyata geçmiş. Yüzeyden yapılan atışlar, sonunda 12 metre derinlikten başarı ile atılan füze ile taçlanıyor. Denemeleri tezgahlayan “Alim” Peenemünde’de ufak roketlerin [2] kontrol sistemleri ile uğraşan Dr. Ernst Steinhoff [3] Kardeşi de tesadüfen,  denemelerin yapıldığı denizaltının komutanı kaptan Friedrich Steinhoff [3a] . Fakat ne yazık ki - belki de şükürler olsun ki – bu akıl o aralar işleri başından aşkın Alman Denizaltıcılar Padişahı Dönitz ve kurmaylarının ilgisini çekmemiş. Bununla birlikte şu lanet İkinci Dünya Savaşı hengamesi bitip, Japon ulusunun kafasına iki kere de  atom bombası atıldıktan sonra  fikrin parlaklığı kafalara dank ediyor. Ben de merak ederim hep,  neden  diğer cephede; Avrupa’da kullanılmamış diye… İngilizler gece,  Amerikalılar gündüz vakti Alman kentlerini harıl harıl bombalar, Haziran 1944’deki müttefik çıkarmasından öncesi ve sonrası haftalarca Fransa’daki tüm endüstriyel altyapıyı, demiryolu ağını, hareket eden, duran binlerce lokomotifi  tarumar etmek için on binlerce müttefik havacısı ölür de, “ulan şurdan bi tane de Berlin’e sallasak, var ya” demek kimsenin aklına gelmez. Annem boşuna demezdi, “İt iti yer, kemiğini atmaz” diye.

Savaş bitip Amerikalıların eline bol miktarda Alman teknolojisi, fikri, teknisyeni, alimi, malzemesi boku püsürü geçince güdümlü ve balistik roketlerle oynama işi de gündeme gelir. Kara Kuvvetleri öncülüğü yapmaktaysa da, donanma  “bizim başımız kel mi?” demek suretiyle işe bulaşmaktan geri durmaz. İlk defa Şubat 1947’de Almanların V-1’inden düpedüz arak  “Loon” [4]  füzesi, bu iş için uygun hale getirilmiş bir ikinci Dünya Savaşı denizaltısından, USS “Cusk”tan başarıyla atılır.  Menzili yaklaşık 50 deniz milidir (1 deniz mili = 1.852 metre, yani yaklaşık 90 kilometre) Hatta,  röle istasyonu olarak kullanılacak ikinci bir denizaltı  ile kontrol edilebilir menzili 135 mile çıkarmak mümkündür de, istenilen yeri vurmak… Bak  işte o  pek mümkün değildir. Dört buçuk kilometre çaplı bir dairenin herhangi bir yerine düşebilir bizim “güdümlü” füze.  Tabii atıştan önce ayarlanmış bir uçuş yolu kullanan ve  havadayken kontrol edilemeyen V-1’lere kıyasla uçuş sırasında yapılabilecek her türlü kontrol ve yönlendirmenin yabana atılır bir gelişme olmadığını da söyleyeyim.



USS Carbonero ve Arka Güvertesinde Ateşe Hazır Loon 
İşin içine bir de  nükleer başlık filan sokmak – şöyle ele gelir, iş görür bir atom bombası o yıllarda  yaklaşık 5 ton çeker!-  şimdilik  pek kimsenin derdi olmayıp, daha çok fırın ekmek yenmesi gerektiği bilinmektedir. Bununla birlikte, aynı yıl Kara Kuvvetleri Loon’a kıyasla epey gelişkin bir sistem sunan “Matador” güdümlü füzesini Martin Şirketine sipariş ederek denizcileri ters köşeye yatırır! Zaten donanma geri bir takım teknolojilerle suyun içinde “dekmancılık” oynarken, ordu çöllerde kurduğu mahrem tesislerde “vatanın en çok seven işini en iyi yapandır” diyen yeni Amerikalı eski nazi bir sürü çok hevesli  roket alimiyle cart, curt V-2 filan uçurmaktadır. Üstelik,  dönemin jet uçaklarında kullanılan, güvenilir General Electric J33 motoru ve başarı vaat eden kontrol sistemleri ile Martin şirketinin  Matador’u hiç osuruktan değildir. Matador ve ondan geliştirilen “Mace” yüzeyden yüzeye ilk başarılı güdümlü füzeler olarak Kara Ordusunun envanterinde Regulus tedavülden kalktıktan çook sonraya,  1969’a kadar kalırlar.
Donanma da boş durmaz,  Grumman  Şirketi ile 1946’dan beri  üzerinde  çalıştığı,  benzer ama daha hırslı bir proje olan “Rigel”in yanında  hemen hemen aynı boyutlarda, aynı performansta, aynı motoru kullanan “Regulus”un tasarım ve üretimini Chance-Vought şirketine verir.  Ellili yılların bilim kurgu öykülerinden çıkmışa benzeyen  Rigel’den bir halt olmayacağı belli olunca 1953’de taburcu olup tarihin karanlıklarına gömülür.



Rigel Tasarımları 
Bu arada yeri gelmişken deniz kuvvetlerinin füzelerine neden “çavuşun tokadı”,  “uçan tokmak”, “zargananın laneti” gibi isimler değil de böyle fiyakalı isimler verdiğinden bahseyim:

Havadan  havaya atılanlara  [AAM] sürüngen ve uçan hayvanlar;  “Sparrow”, “Lark” “Oriole”

Denizden havaya atılanlara [SAM] mitolojik karakterler; “Gorgon”, “ “Gargoyle”

Gemilerden su üstü hedeflerine veya karaya atılanlara [SSM] Astronomik isimler almak nasip olmuş. “Polaris”, “Rigel”, “Regulus” , “Perseus” gibi… (Hışankan;1958)

Bizim Regulus’ta, Aslan takımyıldızının en parlak üyesi, başka bir deyişle aslanın kalbi… Nisan 1958 tarihli Donanma Dergisinde “A.B. Devletleri Deniz Kuvvetlerinde Kullanılan Güdümlü Mermiler” adlı  oldukça geniş  ve doğru bilgiler sunan  makalenin yazarı Albay Hışankan “Regulus’da bir yıldız olmasına rağmen  Kurunu Vusta  devrinde, fısıltısı ile öldürücü bir kabiliyete sahip bulunan yılan ismi için de kullanılırdı” şeklinde bir tespitte bulunuyorsa da bu pek doğru değil. Regulus adlı bir yılan filan ne Mitolojide,  ne de “Kurunu Vusta” dediği Ortaçağ’da var.
 
Birbirinin bu kadar benzeri iki sistem için para harcamak özellikle silah konusunda karar ve harcamaları her zaman; belki de  çoğunlukla, çok zekice olmayan Amerikan Senatosunun bile dikkatini çeker ki – üstelik çoğu gözlemciye göre Matador bir yıl kadar daha önde bir projedir –  savunma bakanlığı hava kuvvetlerine kalkıştıkları işin kesin iş göreceğinden emin olmalarını, donanmaya da  Matador’un gemilerde kullanılıp kullanılamayacağının araştırılmasını emreder. Gel gör ki, denizciler “küçük olsun, benim olsun” tavrında  ısrarcı olup, bin bir türlü açıklama ile işi yokuşa sürmektedirler: Daha basit bir yönlendirme sistemi kullanan Regulus’un iki yansıtıcıya ihtiyacı varken, Matador için yansıtma istasyonu olarak üç denizaltı lazımdır.  Bu sistem 1952’de yerini tek noktadan yönlendirme sistemi “TROUNCE”e bırakır  (neyin kısaltması olduğunu sormayın, bilmiyorum). Üstelik, Regulus’un rampaya iki adet itiş roketi (booster)  ile oturtulabilmesine karşılık, Matador’un itici roketi bir tanedir vs vs. Hem Chance-Vought akıllı davranıp cihazın tekrar kullanılabilir bir versiyonunu tasarlamıştır.  Bu da üretimi Matador’dan çok daha pahalıya mal olan füzenin tekrar tekrar kullanılabilmesi, dolayısıyla maliyetin düşmesi demektir.  Üretilen 514 Regulus’un her birinin destek bilmemneleri, yedek parça, eğitim türü yan masraflarla  birlikte Amerikan vergi mükellefine 307,302.00 dolara patladığı düşünülürse,  tabii fena değil. Cihazın hizmetteki ilk yedi yılında bir füze ortalama üç buçuk kez kullanılmıştır.
 
Herhalde Amerikan Senatosu da "ordu bizim göz bebeğimizdir” demiş olacak ki, donanmanın bu havalı projesine 1950’de onay ve para verilir. Zaten o yıllarda Amerikan Devletinin elinde harcamakla tükenmeyecek kadar para, en saçma işlere memur edilse bile tükenmeyecek kadar zeki ve elinden iş gelir insan evladı vardır. 
 


Regulus USS Growler'in Üzerinde | Intepid Müzesi, New York | 2009
Katlanabilir kanatları ve kuyruğu ile pilotsuz bir uçağı andıran bizim Regulus’un yedi tondan biraz az  olan toplam ağırlığının  yaklaşık bir tonunu yakıt oluşturuyor ve gerçek anlamda  “güdülebilen” bir şey. Jet motoru ile ses hızının biraz altında (Mach 0.91, Loon’un Mach 0.6’sı ile kıyaslanınca daha da etkileyici) uçabiliyor. Kalkış sırasında yeterli hıza ulaşabilmesi için iki adet yardımcı roket gerekli (Jet motorlarındaki türbinin havayı sıkıştırabilecek süratte dönebilmesi, dolayısıyla uçurduğu nesneyi havada tutabilecek güçte  itki oluşturabilmek havanın belli bir basınçta emilebilmesi  ile mümkün.  Uçaklarda kalkıştan önce bu iş için yüksek güçte hava basan kompresörler kullanılıyor-du. 1950 ve  60’larda büyük ağırlıklarla kalkış yapabilmek, kısa pistlerden havalanabilmek için de, bu türden yardımcı itki kuvvetlerine  ihtiyaç duyuluyor.  Bunlara genel olarak RATO –“rocket assist take off veya JATO –“jet assist take-off” üniteleri deniyor). Döneme ait Regulus ateşlemesi fotoğraflarında görülen,  o ortalığı birbirine katan duman huzmesi de bu  cihazlardan kaynaklı.   Maalesef  sergilenen füzenin üzerinde bu sistem mevcut değil. Eğer Intrepid müzesinin sitesi yalan söylemiyorsa,  2013 Eylülünde restore edilecek olan füzeye daha gerçek görünsün diye  -replika da olsa bu şeylerden takılacağını beyan ediyor).



USS Grayback Hawai Açıklarında Regulus Atıyor, 1959
Kontrol ve Güdüm  İçin Füzeyi İzleyen  Uçağa Dikkat.
Denizaltılardan önce su üstü gemilerinden atış testleri tamamlanarak  1953’de Ağır Kruvazör USS Los Angeles' e  40-50 Kilotonluk bir atom bombası  taşıyabilecek şekilde düzenlenerek yükleniyor. Bu cihazla birlikte Amerika ilk nükleer kapasiteli gemisine kavuşuyor.  Nükleer füze taşıyan koskoca bir kruvazör ne kadar görkemli ve caydırıcı görünse de,  Ivan’n öyle karasularına yaklaştırabileceği bir nesne değil. Halbuki fikir güzel; çaktırmadan adamların kafasına nükleer bomba atabilecek kadar yaklaşılabilse ne güzel olur değil mi? Birkaç yıl sonra bu iş için epey etkin bir yöntem bulunmuş tabii… Mesela, National Geographic adlı mazbut derginin Eylül 1959 tarihli sayısında “Amerikan Deniz Kuvvetlerinin İyi niyet Elçileri” başlıklı, Kuzey Pasifik’teki marifetleri ballandıra ballandıra anlatan makaledeki, “Bizim Donanmanın Elinin Kolunun Ulaştığı Yerler” haritasında Japonya’nın iyice kuzeyinde, Sovyet toprağı ve stratejik önemi yüksek (en azından makalenin yazıldığı yıllarda)  Kuril  Adalarının hemen dibine minicik bir denizaltı çizilmiş ! Bilin bakalım denizaltının içinde ne olabilir ? [5]
 


Regulus USS Growler'in Üzerinde | Intepid Müzesi, New York | 2009
Pruvada İki Adet Hangar ve Kapakları.

Füze hangarlardan kanat ve kuyruğu katlanmış olarak çıkıyor, Kanatlar basınçlı hava ile, kuyruk dümeni ise elle açılıyordu.
Growler ve Grayback'ın daha ufak boyuttaki hangarlarına uydurabilmek için kanatlar gövdeye daha yakın bir akstan katlanacak şekilde yeniden düzenlendi. Katlanma aksı ve üzerindeki iki adet menteşe görülebiliyor.



Regulus USS Growler'in Üzerinde | Intepid Müzesi, New York | 2009
Atış Rampası iki hangara da ulaşabilecek şekilde zemindeki ray düzeneği üzerinde kayabiliyordu. 

Yatay pozisyon kontrolü sağlayan yönlendirme çubuğuna ve dikey hareket için güç sağlayan hidrostatik motora dikkat.
O yıllarda bu tür silahlar  için henüz özel bir tekne tasarlanmadığından, II. Dünya Savaşı gazisi iki adet Gato sınıfı denizaltı  (USS  Tunny ve USS  Barbero) ön güvertelerine  eklenen  üç metre çapında  silindirik   (pleksiglas su depolarını andıran)  primitif hangarlarla donanmanın ilk Güdümlü Füze denizaltıları oluyorlar. Denizaltının içinden bu bölüme  ulaşarak  yüzeye çıkmadan ateşleme hazırlıkları yapmak mümkün. Yüzeyde ise  ateşleme  rampasına oturtmak, kanatçıkları açmak  ve diğer son hazırlıklar için yaklaşık 10 dakika gerekiyor.  1956’ya kadar biri Pasifik, diğeri Atlas  Okyanusunda kullanılıyor.  1957’de ise, Regulus taşımak üzere özel olarak tasarlanmış iki denizaltı,  USS Grayback  (SSG-574) ve USS Growler (SSG-577) kızağa konup, 1958’de hizmete sokuluyor.   Pruvalarındaki iki adet hangarda birer füze taşıyan, oldukça büyük (3.600 ton)  dizel-elektirikli   tekneler  bunlar. Fakat su altından fırlatılabilen balistik Polaris füzeleri ve bunlardan çok miktarda taşıyabilen gelişmiş nükleer denizaltıların kısa süre sonra, 1960 başında  hizmete girişi bizim denizaltıları maalesef kısa sürede demode teknolojik garabete dönüştürüyor. Regulus sistemi sökülen Grayback ve hangarı  amfibik harekatlarda kullanılacak hale getirilip 1969’dan 1980 ortalarına kadar kendine iş buluyor, ancak 1986’da hedef olarak batırılmaktan kurtulamıyor. 1964’de hizmetten çıkarılıp yedeğe alınan, 1980’de de donanma envanterinden düşen Growler’in ise daha talihli olduğunu biliyoruz…. O, üstündeki acayip silahı ile New York Limanında vakit geçiriyor.

 


USS Growler New York Limanına Çekiliyor | 1989|
BvP.

Fotograflar : Füzenin 2000 yılına ait fotoğrafı Miki, 2009 yılına ait Fotoğraflar BvP, 1959' tarihli ateşlemeye ait fotoğraf National Geographic Eylül 1959 sayısından tarama, Rigel ve USS Carbonero fotoğrafları internet. Growler'in New York Limanına çekilişine ait fotoğrafı ise Müzedeki tanıtım plaketi üzerinden çektim. 

Kaynaklar : 

Shorr, F., Garret, W.E., The National Geographic Magazine, September 1959 içinde; "Good-Will Ambassadors of the U.S. Navy Win Friends in the Near East". 

Polmar, N., Moore K.J., Cold War Submarines "The Design and Construction of U.S. and Soviet Submarines". Potomac Books, Inc. Washington D.C. 2004.

Neufeld, Michael, J., The Rocket and The Reich. "Peenemünde and the Coming of the Balistic Missile Area". Harvard University Press, Cambridge Mass. 1996.

(Mk. Albay) Hışankan M., Donanma Dergisi, Nisan 1958,  Cilt 70, Sayı 421 içinde;  “A.B. Devletleri Deniz Kuvvetlerinde Kullanılan Güdümlü Mermiler”.

…………………………
[1] “Regulus”  olarak tanımlanan ve yazının konusu  ilk üretilen “Regulus I”.  Daha sonra, yine Chance-Vought tarafından geliştirilen, taşıyıcı  nükleer denizaltısı bile yapılıp denize indirildikten (USS Halibut)  hemen sonra iptal edilen (bak burada çalışmış kafaları)  pek marifetli “Regulus  II”  ayrı bir füze.   
 
 [2] Peenemünde’de geliştirilen şeyler  sadece V-1 ve V-2 değil. 1943’de merkez 48 ayrı füze projesi üzerinde çalışıyordu! Daha sonra kaynakları bu şekilde çarçur etmenin budalalığı anlaşılmak suretiyle sayı 12’ye indirildi. Yerden havaya “Enzian” ve süpersonik “Wasserfall”,  yerden yere “Rheinbote”, Havadan havaya Ruhrstal X-4 (füzenin kanatçıklarındaki iki adet bobinden çıkan tel ile idare edilen  bu şeyin anti tank versiyou da planlanıyor, günümüzde bir kısım tanksavar füzeleri de aynı yöntemle kontrol ediliyor), Havadan gemilere  Henschel Hs 293 ve Fritz X. 1943’den itibaren müttefik gemilerine karşı kullanılan bu roketler bazı gemileri batırmayı bazılarına da  ciddi hasar vermeyi başarıyor.
 
[3] “Rocket and  the Reich”a  göre 1937’den beri Nasyonal Sosyalist Parti üyesi ve  otuzların sonunda planörle uzun mesafe uçuş rekorunu elinde bulunduran Herr Doktor Steinhoff savaştan sonra roket kontrol – güdüm sistemleri konusundaki  bilgi ve görgüsünü Amerikan Devleti ve Hava Kuvvetlerinin hizmetine sunup 1972’de emekliye ayrılır.  The Eagle Has Returned” adlı bir kitabı da var.
 
[3a] Eski bir ticaret gemisi kaptanı olan Steinhoff savaşın başında mayın tarama gemilerinde görev aldıktan sonra Denizaltı filosuna geçer.  U-551 ile çıktığı  iki seferin sonuncusunda üç gemi batırır. Mart 1944’de komutasına verilen  U-873 ile 16 Mayıs 1945’de Amerika,  Portsmouth’da müttefiklere teslim olur.  Mürettebatı ile birlikte esir kampına nakledilmeyi beklerken konulduğu Portsmouth hapishanesinde 19 Mayıs’ta intihar eder (ulan, Savaşta iki Alman Denizaltısına komuta etmiş, füze fırlatmış, Atlantiği geçip Amerikanın kuzey kıyılarına gelebilmiş adamı  adi suçlularla New Hampshire hapishanelerine koyarsan olacağı bu olur işte). Mürettebatın hapishanede diğer suçlular  ve gardiyanlardan gördüğü kötü muamele  biliniyor. Neyse, bir Amerikan denizaltısında atılan şeyi anlatıyoruz burada.

[4] Loon savaş sırasında hasarsız ele geçirilen Alman  V-1 roketlerinden “reverse engineering” marifeti ile kotarılmış ve bol miktarda üretilmiş bir silah. Japon’ların defterini dürebilmek için düşünülmüş ama ona gerek kalmadan savaş bittiği için  pek yararlanılmamış.
 
[5] Bu konuya dikkat çeken www.regulus-missile.com adlı sitede sözünü ettiğim haritanın orasına bir denizaltı yerleştirilmiş oluşu ana akım medyanın internet gazetelerindeki tıraşla epey dramatik bir şekilde anlatılmış. “Aman sakın NGS mahrem devlet sırlarını mı faş etmişti? Yoksa gözdağı mıydı?” Filan diye. Bunlar tamamen fantezi.  Amerikan orta sınıfının ve “dost müttefik” ülkelerin gönül yağlarının eritmeye yönelik bu tür propaganda makaleleri akla hayale gelebilecek her türden devlet kurumunun burnunu soktuğu, didik didik ettiği şeylerdi. 1959’da  Regulus’la donatılmış osuruktan denizaltı ile adamların burnunun dibinde dolaşıldığı hiç de büyük bir sır, acayip bir tehdit  filan değildi.  Kıtalararası Balistik Füzeler Atlas (Haydi tam olsun: 31 Ekim 1959’da)  ve Titan füzeleri  hizmete girmiş, Su altından atılabilen  “Polaris” füzesinin ilk başarılı fırlatılışına  şunun şurasında birkaç ay kalmıştı.
 
Buna rağmen yazar bir konuda haklı :, Mütevelli heyeti içinde Eski Bir Savunma Bakanı ve Genel Kurmay Başkanı [George C. Marshall],   Bir Stratejik Hava Kuvvetleri Komutanı, [Curtis Le May] bir  NASA  Yöneticisi [Hugh Dreyden]  olan bir yayın organında zaten  kimin evini soruyoruz?  

Eylül 11, 2014

İzmir ve Levanten Dünya (1550-1650)*


Ticaret / Osmanlı Limanları /Yabancılar ile Ticaret / 17. Yüzyıl

* Goffman. D., İzmir ve Levanten Dünya (1550-1650). Çev.  Anadol. A., Neyyir. K., Tarih Vakfı Yurt Yayınları. İstanbul  1995.


İzmir’in,  Sakız’ın ve Ege'deki  diğer Osmanlı limanlarının  önemini yitirişi Osmanlı İmparatorluğundaki çeşitli toplumsal değişimler (merkezi idarenin otoritesindeki tükenişe  bağlı olarak, yerel yöneticilerin nüfuzunun artışı, celali isyanları, sürekli enflasyon vb) nedeniyle 16. Yy sonundan itibaren İzmir’in canlı bir liman kenti olarak ortaya çıkışı anlatılıyor.  On altıncı yüzyıl  ortasında Osmanlıların Sakız’ı ilhak edişleriyle yabancı tüccarlar için Sakız’ın bir Hristiyan ileri karakolu, antreposu olarak önemini yitirdi. O zamana dek Batı Anadolu hinterlandından toplanan mallar Çeşme limanında toplanır,  küçük tekneler ile Sakız’a getirilir ve Avrupa’ya giderdi. Transit ticaretin bu önemli  limanı artık önemsizleşti [1]. Korsan saldırılarından korunaklı, gene hinterlanda kolay ulaşılabilecek konumdaki İzmir transit ticaretin yeni odağı olarak Hristiyan tüccarlar tarafından seçildi. Ancak,  daha önce Fransız ve Venedik egemenliğinde olan Akdeniz ticareti İngiliz ve Hollandalıların girişi ile çakışınca bu eski ticaret devletleri ciddi olarak etkilendiler. İzmir ticaretin yeni merkezi olarak daha büyük olanaklar sunmaktaydı. Bu olanaklar ve artan ticaret hacmi  Doğu Akdeniz’i bir korsanlar denizine dönüştürdü. Ticareti Fransız ve Venediklilerin elinde almaya kararlı İngiliz ve Hollandalılar da Akdeniz’de önce korsanlıkla işe başladılar [2] .  Bu korsanlık İskenderiye ve İstanbul arasında hayati önem taşıyan tahıl yolunu da kesintiye uğrattı. Özellikle İngilizlerin saldırgan tutumları Venediklilerin 17 yy başlarından itibaren Doğu Akdeniz ticaretindeki ağırlıklarını kaybetmelerine neden oldu.

        Goffman Kitabında özetle bunları anlatıyor. Musevi cemaatinin gelişimi, Fransız ve İngiliz tüccarları, özellikle 17 yy. başlarında Venediklilerin Limanda ve gerisinde ticaret  kabiliyetlerinin nüfuz azalışlarına bağlı olarak çöküşü, Batı Anadolu hinterlandının Batı tüccarının sürekli mal talebi karşısındaki transformasyonu  ana hatları ile incelenmiş.

BvP


..................

[1] Sakızdaki transit ticaretin bunalımı ada ekonomisindeki diğer sektörleri etkilemedi. Hem imparatorlukta, hem de Batıda çok aranan bir madde olan sakızdan elde edilen vergi 1604-1607 arasında değişmeden 2 milyon akçenin üzerinde kaldı. Pazar rüsumları ve diğer gelirler az da olsa arttı.
[2]  Özellikle İngilizler.  1591 Kapütilasyonları ile kendilerine sağlanan uygun koşullara rağmen...

Eylül 07, 2014

“Teknolojiyi Sizden Öğrenecek Değiliz!” veyahut Apollo Yakıt Pili



Şu pahalı  bir elektrik süpürgesinin içi gibi görünen nesne  yaklaşık yarım asır öncesine ait son derece sofistike bir teknoloji ürünü. “Teknoloji ürünü”   tanımımın, yarı – veya hepten -cahil çoluk çocuğun  aralarında dolaşarak  satmaya çalıştığı yassı televizyon veya “akıllı telefon” çer çöpüne indirgendiği  günümüzde  size pek bir şey ifade etmeyebilir ama, inanın gerçekten öyle.Apollo programı kapsamındaki uzay araçlarının ihtiyaç duyduğu elektrik enerjisini üreten bir yakıt pili. Houston Texas’daki Johnson Uzay Merkezinde sergilenen en ilginç en tuhaf parçalardan. Bugünün Amerikalısının çok uzak bir zaman dilimi ile ilgili  kazılarda ortaya çıkarılan arkeolojik nesnelermiş  gibi gördüğü bir şey.  Aynı refleksin büyük ölçekli benzerini  yine aynı yerdeki Satürn V roketi civarında da sezmek olası. Kendi yurttaşlarının bir kuşaktan az zaman diliminde kotardığı teknolojik başarıyı Mısırdaki piramitler hayreti ile izlemek her ulusa nasip olmaz bence. Yeryüzünün bu şimdiye dek üretilmiş en karmaşık, en nitelikli cihazlarından biri pek de bir şey anlaşılamadan ziyaret ediliyor.  Böyle bakıldığında Amerikan ulusu  yüzyıldan az  sürede kendi teknoarkeolojisini üretmenin  ve kavrayamamanın gururu ile  dolu olmalı.

Senden Elektrik Alıyorum
Uzay araçlarının ihtiyacı olan elektrik enerjisinin  üretiminde   Güneş’ten yararlanmak en akla yakın yöntem değil mi, fotovoltaik  yüzeyler filan? (anlamanızı kolaylaştıracaksa, “Güneş Panelleri” diyeyim.Ama n’olur şu panel işini  turistik kıyı sözlükçesindeki “Güneş Enerjisi” cinliği ile karıştırmayalım: siyah zemin üzerine  sıralı bakır borular içinden geçen suyun  güneşle direkt temas sonucu ısınıp, sıcak su üretmesinden biraz daha alingirli  bir iş bu).  Hatta,fikir genel olarak Güneş sisteminde seyahat eden otomatik uzay araçları, yetmişlerin “Skylab”ı, Şimdinin  Uluslararası Uzay İstasyonu, Rusların “Salyut”u ve  etrafta dolaşan  haberleşme uyduları düşünüldüğünde  doğrudur da.  Ama kazın ayağı öyle değil maalesef. Apollo Servis Modülü gibi büyükçe ve çeşitli cambazlıklar yapmak zorunda olan bir uzay aracının gerek duyduğu elektrik enerjisi için gerekli güneş panelleri (60’lardan konuşuyoruz, feysbuk filan yok, o derece eski çağlar yani) oldukça büyük ve hantal olurdu. Bu hantal yapıyı da  kıçtaki o kocaman  motor ateşlendiğinde oluşacak  ivmelenmeden başına bir şey gelmemesi için  ateşleme öncesi –hem, tam da  elektriğe en çok ihtiyaç duyulan  o süreçte – katlamak, bir yerlere sokmak bir gerekirdi! Pek olacak iş değil yani.


Bu sıkıntıyı aşmak için   kullanılabilir başka bir yol da,  ihtiyaç duyulacak elektriği bildiğimiz pillerle  yukarı çıkarmaktı. Bu yöntem Mercury ve iki kişilik Gemini uçuşları için kullanışlı ve uygulanabilir olmakla birlikte, Apollo programı gibi üç kişilik  mürettebatla yapılacak iki haftalık uçuşlar için gerek duyulacak pillerin ağırlık ve boyutları yüzünden hiç uygun değildi [2]. Bu yüzden Gemini programının sonlarına doğru üçüncü bir seçenek, “yakıt pili” olarak adlandırılan cihazlar uzun süreli  ve yüksek elektrik enerjisi gerektiren uçuşlarda  uygulandı. (Gemini’nin yakıt pili asidik protonların geçirgen bir yüzeyden   diğer bölüme iletilmesi sonucu elektrik üretiyordu  ama, geçirgen yüzeyle ilgili sorunlar yüzünden terk edildi) 

İkinci Dünya Savaşından önce geliştirilmiş alkali yakıt hücrelerinin çalışma prensibi, iki bileşenli bir kimyasal reaksiyonunun açığa çıkaracağı enerjinin  kullanılması gibi oldukça basit (görünen) bir fikre dayanır. Eğer bileşenler Apollo programındaki gibi  hidrojen ve oksijense,  reaksiyon sonucu açığa çıkan da  büyük miktarlarda elektrik enerjisiydi.Yalnız bildiğimiz pillerin aksine bu reaktantların(oksijen ve hidrojen ) sürekli yenilenmesi gerekli. Açığa çıkan başka bir şey daha vardı. Bol miktarda  ve içilebilecek nitelikte su….  Yani sözkonusu sihirbazlığın tercih edilmesiyle baş ağrıtıcı, can sıkıcı iki adet tasarım  problemi çözülebiliyordu. Tam “bir taşla iki kuş”, veyahut “bir koyup üç alma” durumu. Esasen Apollo 13 az kalsın “üçün birini” alacaktı ama oluyor öyle şeyler. Hem, rahmetli Turgut Özal’da tam bir koyup üç alacakken  Körfez Savaşı sırasında almamış mıydı onu?



Ulusal Amerikan Tarih Müzesi Arşivi |   E&MP59.032   |  
Elektrik enerjisi ve içilebilir taze su üreten Apollo Yakıt Hücre Prototipi 86 saatlik performans 
denetim testinden sonra. 26 Aralık 1962. 


Su işine geri dönelim:  Evet su bir uzay uçuşu için en önemli, hatta  damarlarda dolaşan kan kadar önemli bir bileşen.  Hem mürettebat içiyor, sudan arındırılarak yüklenmiş türlü yiyeceği, içeceği  yenebilir hale getirmek için kullanılıyor. Yiyecek içecek hazırlama işi  suyu tamamen alınıp genellikle toz haline getirilmiş yiyeceklere benzin istasyonlarının pompalarına  benzer tabancadansuyu sıcak veya soğuk olarak püskürtülerek yapılıyordu. Mesela canın kremalı tavuk çorbası içmek istedi; alıyorsun ilgili naylon torbayı basıyorsun sıcak suyu, elinde birazovalıyorsun  tavuk çorban hazır. Daya ağzının naylon torbaya afiyetle iç. Su ayrıca bin bir türlü elektrikli alet edevatın sürekli çalışması sonucu oluşan  (ve çok tehlikeli olabilecek) ısınmayı  önlemek için cihazlar arasında dolaştırılıyor, dolaşımdaki bu ısınan su da  servis modülünün gövdesindeki radyatörler vasıtası ile serinletiliyordu!  Sistemdeki fazla suyun  basıncı kontrol eden valfler ile zaman zaman aracın gövdesinden atıldığını da eklemeli.

Con Ahmet’in Devr-i Daim Makinası ?

Yok, Bu kadar basit değil. 
Esasen hidrojen ve oksijenin bir yanma odasında reaksiyona girerek enerji üretmesi roket motorlarında da  sıkça tercih edilen bir yöntem. Aradaki fark, enerjinin büyük bir bölümünün elektrik olarak açığa çıkarılması. Böyle anlatınca belki fazla basit oluyor; ver kabın bir tarafından oksijeni, diğer taraftan da hidrojeni, hooop bir taraftan su diğer taraftan da elektrik çıksın. Genellikle sistemi açıklayıcı i şematik çizimlerde böyle görünmek  ve çalışma prensibi  kullandığımız akülere benzemekle birlikte  iş biraz karışık. Elektrolit olarak asit yerine potasyum hidroksit kullanılıyor ve Hidrojen tarafında [ anot (-)]  nikel, oksijen tarafında da [katot (+)]  nikel oksit var. Nikel hem zor bulunan, dolayısıyla pahalı bir metal değil hem de hidrojen oksidasyonu için yüksek katalitik özelliklere sahip (Apollo programı için geliştirilenler daha etkili elektrotlar olarak platinle sinterlenmiş nikel kullanıyor). İki bölümü  ve aradaki elektrolitik sıvıyı da birbirinden geçirgen asbest tabakalar ayırıyor. İş basitçe böyle- sanki-. Daha geniş bilgi için “Handbook of Fuel Cells – Fundamentals, Technology and Applications” adlı faydalı  esere bakabilir [4].
Elektrik üretimi açısından yüzde yetmiş gibi performans oranlarına çıkılmakla birlikte, yine de hatırı sayılır miktarda enerji  ısı olarak açığa çıkıyordu. Bir bölümü çok düşük sıcaklarda bulunan iki bileşeni hücreye girmeden önce ısıtmak için kullanılıyor (Cihazın çalışma sıcaklığı yaklaşık 200 santigrat derece) fazlası ise glikole [3]  aktarılarak servis modülünün üst kısmındaki sekiz adet radyatörden uzay boşluğuna bırakılıyordu.  İlk Apollo araçlarında iki daha sonraları üç adet kullanılan bu cihazlar ile karmakarışık yardımcı sistemlerinin etkin ve sağlıklı çalışabilmeleri sürekli izlenmelerine  ve kontrollerine bağlıydı.Hücreler için  NASA için bile mümkün olamayacak saflıkta hidrojen ve oksijene ihtiyaç duyuyor, bu mümkün olmadığından dayabancı madde birikimine karşı tüm sistemin (oksijenin hattının  her gün, hidrojenin ise gün aşırı) boşaltılarak temizlenmesi gerekiyordu. 

Uzay aracı içinden ve yer kontrol tarafından miktar ölçümlerinin doğru yapılabilmesi depolardaki bileşenlerin sıvı olarak tutulmasına bağlıydı. Yer çekimsiz ortamda iyice güçleşen bu işlem için içinelektrikli ısıtıcılar kullanmaktan motorları ile belli sürelerde karıştırmak (şu “ice slush” denen içeceği karıştıran şeyler gibi, oksijen de tankın içinde aslında o kıvamda-imiş), gerekiyordu.  Mürettebat tarafından yapılan karıştırma işlemlerinden Apollo 13 uçuşu sırasında; 13 Nisan 1970, 22:06’da  (Amerikan Doğu Kıyısı Saati ile) yapılan bir tanesi pek iyi sonuçlar vermedi maatteessüf…

“İşin Fıtratında Var”


Odsyssey’in iki numaralı oksijen tankı (bilimsel olsun,  “ulan meydanı boş buldun atıyorsun BvP” denmesin  diye: North American Rockwell numarası; 10024X-TA0008) önce Apollo 10 servis modülüne takılmış ve kimbilir hangi sebep yüzünden araçtan çıkarılır.  Bir süre sonra Apollo 13’de kullanılmasına karar verilir. Fakat o hengamede yaklaşık beş santimden yere düşürülen çok hassas tankımıza  (Yuh)! Kimse tarafından “hacı bunun içinde dünya kadar kablo, sensör, boru  var. Bi yamuk olmuş mudur, aç hele bakak bir” demek gelmez. Oysa bu ufak sarsıntı ile tanka o lanet sıvıyı doşaltmaya/doldurmaya  yarayan iç tüp zarar görür. Uçuş öncesi  yapılan sayısız testlerden birinde tanka doldurulmuş oksijen  bir türlü tahliye edilemez.  İşin uzmanları tam 11 gün boyunca bu süper soğuk şeyi boşaltamayıp,  test kurulunda denemeleri kontrol edip onaylamakla yükümlü Astronota  (Uçacak malzemenin uçuş ekibinde yer alan astronotlarca de denetlenip kontrol edilmesi  yaygın bir uygulamaydı. Yaşam destek sistemleri, navigasyon, itki sistemleri, haberleşme aygıtları, radarlar, Ay modülünde bulunan başka akıllara zarar bir sürü sistem vs… binlerce alet edevat uçuş öncesi üreticiler ve NASA tarafından onlarca denemeye tabi tutularak NASA çalışanlarından oluşturulmuş bir kurul denetiminde  sertifikalanıyordu. Sorun çıkaran bu tankı onaylayanlardan biri de ilgili makineyle uçacaklardan   Astronot Ken Mattingly idi. Suçiçeği şüphesi ile uçuşta yer alamayan adamcağız, muhtemelen hayatının sonuna kadar bu kabus ile yaşamış olmalı) sorunu çözecek bir öneri ile gelirler: tank içindeki ısıtıcılardan birinin çalışması ile oksijen ısınacak ve gaz hale dönüşüp, düdüklü tencereden çıkan fazla basınç gibi emniyet vanasından çıkacaktır… “Olsun bakalım” der bizimki [5].

Tam Bu sırada  Test Alanında
 
Fakat tankın içine Mattingly ne de yöntemi önerenlerin bilmediği  başka bir rezillik çöreklenmiştir: Apollo uzay araçlarının elektrik sistemi  1965’de kadar 28 volt elektrik kullanırken  bu tarihten sonra ne hikmetse 65 volta yükseltilmiş ve tüm cihazlar bu güçte elektriği kabul edecek şekilde  yeniden tasarlanıp, düzenlemişti. Sadece meş’um tankın içindeki termostatlar hariç!!!! Kimse bu hatanın farkına varmadı. Isıtılan tankın içindeki termostat 26  Santigrat dereceye ayarlı ve 28 voltluk bir termostattı işte. Bu sayede boşaltım için ısıtma işlemi başlar başlamaz, güçlü voltajın oluşturduğu kısa devre  ile termostat çalışamaz hale gelir.  Isıtıcılar tankı beş yüz derecenin  üzerinde tutacak şekilde   8 saat boyunca çalıştır. Bu süre içinde testi kontrol eden teknisyeni şüphelendiren bir şey olmaz çünkü önündeki panelde ısı 30 derecenin üstüne çıkmaz hiç! (termostat bozuktu hani, hatırladınız mı?)Böylece, aşırı ısı tankın içindeki kabloların üzerindeki teflon izolasyonu  tümüyle bozar. Doğal olarak kablolar karıştırıcı fanı hareket ettiren elektrik motorunun da yanından geçerler! Kalkıştan sonraki  iki gün yedi saat  ve 54 dakika hiçbir şey olmaz. Fanları çalıştıracak düğmeye basılmasıyla oluşan elektrik kontağı  saniyeler içinde bu çok zengin oksijen ortamında yangın çıkarır,  artan basınç da tankın  patlayıp hem astronotlar hem de elektrik üretimi için çok gerekli  bu  değerli elementin kaybına sebep olur.   Apollo 13’un aya inişi filan o andan itibaren “yalan” olur tabii.  Artık tüm dert tasa o üç adamı sağ olarak yeryüzüne indirmektir ve indirirler nitekim! Bu çok heyecanlı macera da belki başka bir yazının konusu olabilir.

Apollo 13 Kazasından sonra  gelecekte benzer sorunlar yaşanmaması için tüm sistem yeniden tasarlanır.  Başka bir yere üçüncü bir oksijen tankı yerleştirilir, tanklar içindeki karıştırıcı fanlar kaldırılır.  Elektrik üretimi herhangi bir nedenle kesintiye uğrarsa kullanmak üzere yedek akü ve 2.5 litrelik  yedek  içme suyu tankı kumanda  modülüne konur.

***
Dediğim gibi, karşınıza bir şekilde görme fırsatı çıkacak olursa fırsatı değerlendirmenin çok yararlı olacağı acayip bir makine bu. Üstelik yazıyı buraya kadar okuyabildiyseniz artık size de pahalı bir elektrik süpürgesinin içi gibi görünmemesi  lazım!


BvP,


Fotoğraf: Yakıt Hücresi BvP, Prototip hücre için NMAH numarası resmin altında mevcut.  Apollo Hücresi ile ilgili çizimler  NASA  SP-350 “Apollo Expeditions to the Moon” Kitabından. Genel şema İnternet'ten. Çizimleri Türkçeleştirdim.
…………………….
[1] Merak etmeyin, sadece bir tane yok bunlardan. Toplam 92 tane üretilmiş, 54 tanesi Apollo programında gerçekleştirilen uçuşlarda kullanılmış. Yani başka yerlerde de görebilirsiniz. Washington’daki Smithsonian’da (en az iki), Bozeman  Montana’daki “Museum of Rockies” de, New Mexico’da,  hatta özel koleksiyonlarda bile mevcut.  Ama yine de denk geldi mi yanına seyirtip iyice bir bakmakta fayda var.

Fikir İngiliz Bilim adamı Francis Thomas Bacon  (1904-1992) tarafından geliştirilmiş. Amerikan uçak motoru üreticisi Pratt and Whitney 1959’da lisansı satın alıp, teknolojiyi Apollo Programı için Kullanmış.  Mevcut haliyle uzay araçları için oldukça ağır ve hantal olan olduğundan önemli değişiklikler yapmak gerekmiş. Örneğin 600 psi olan çalışma basıncı 50 psi’a düşürülmüş, ağırlık azaltılarak 110 kilograma indirilmiş.  Çalışma ömrü 400 saat olarak  tespit edilmesine rağmen 620 saat arıza yapmadan çalışabilmiş. 31 hücreden oluşan bir ünite  563 ile 1420 watt arası enerji üretebiliyor. Paralel  bağlı  üç pil uzay aracına 4.5 kw enerji sağlıyor.

[2] Uzaya gidiyorsun, Dünya’ya dışarıdan bakıyorsun filan ama,  üç kişi  göt göte aynı mekanda iki hafta geçiriyorsun…  Acayip işler!  Ama beterin beteri var; üç kişilik mürettebata rağmen  Apollo Servis modülü tasarım ve geliştirme aşamasında  bir Volkswagen otomobilin (kaplumbağa tabii, öyle bugünün Passat’ı değil)  şoför mahalli ile aynı hacme sahip Gemini kapsülünde  bir  hafta geçirmiş astronot taifesi tarafından epey konforlu ve geniş bulunmuştu!

[3] Kaynama sıcaklığının yüksekliğinden ötürü.  Glikol saf olarak veya su ile karıştırılmış haliyle uzun zamandır yüksek performanslı sistemleri soğutmak için kullanılan bir  sıvı.  İkinci Dünya Savaşı sırasında  Daimler Benz  uçak motorlarında da motor bloğunu  soğutmak için  glikol kullanıyordu.

[4] İlgili kitap (ISBN: 0-471-49926-9) içinde “Hydrogen/oxygen (air) fuel cells with alkaline electrolytes” başlıklı makale.  Cifrain  M., Kordesch K., pp 267-280.

[5]  Chaikin,  Andrew .  A Man on the Moon,  “Voyages of Apollo Astronauts”. Penguin, 2007.

İnternet'te  Apollo 13 kazası tüm detayları ile genişçe hikaye edilmekle, NASA sitelerinde de bütün detaylar anlatılmakla  birlikte ufak tefek farklılıklar gösteriyor. Ben hikayenin ana hatları için bu çok güzel yazılmış ve kapsamlı kitaptan yararlandım. Genel olarak Apollo programına ilgi duyanlar, temel bilgiler edinmek  isteyenler için ideal bir başlama noktası.
Ayrıca Tom Hanks, Kevin Bacon, Bill Paxton, Ed Harris ve Gary Sinise gibi “kuvvetli artis” lerin rol aldığı 1995 tarihli Apollo 13 filmi de, tüm hikayenin  bir Hollywood filmi olarak şaşırtıcı biçimde doğru ve eli yüzü düzgün anlatımı. Neyin nasıl olup bittiğini kavramak için izlenebilir.